HurAyse

Ayşe Hür · @HurAyse

31st Mar 2016 from TwitLonger

TERÖR TARİHİNDEN: ÖRGÜT TERÖRÜ VE DEVLET TERÖRÜ, AYŞE HÜR



Terör, kelime olarak Fransızca ‘terreur’den geliyor. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra, iktidarı kaybeden soyluların, kilisenin ve Britanya’nın yardımıyla iktidarı yeniden ele geçirmeye teşebbüs etmesi üzerine iktidardaki Jakobenler, Eylül 1793’ten Temmuz 1794'a kadarki 10 ay, ‘karşı devrimci’ olarak gördükleri ve ‘iç düşman’ diye etiketledikleri halk yığınlarını giyotine yollamışlardı. Bu kanlı dönem tarihe ‘Terör Rejimi’ (Regime de le terreur) olarak geçmişti ve Fransız devrimcileri kendilerini gururla ‘terörist’ olarak adlandırmışlardı.

BİRİNCİ DALGA: ANARŞİST TERÖR

Bu gelenek uyarınca Çarlık Rusyası’ndaki ilk ‘terör’ eylemi 24 Ocak 1878 günü yaşandı. Menşevik eylemci Vera Zasulich polisin halka karşı kötü muamelesini protesto için Petersburg Valisi General Trepov'u kurşunladı. Elindeki silahı yere atarken “Ben bir teröristim, bir katil değil!” diye bağırmıştı ve mahkemede suçsuz bulunan Vera gökgürültüsünü andıran alkışlar arasında ayrılmıştı salondan. Bu tarihten sonra Rus teröristleri soylu, dayanılmaz derece çekici, yüce gönüllü şehitler ve kahramanlar olarak tasvir edildi. Elbette bu anlaşılır bir durumda çünkü, Rus Çarları ve onların adamlarının Rus halkına çektirdiği onca zulmün öcünü nihayet alabilecek bir unsur olarak ümit vermişlerdi topluma…

Bu birinci kuşak ‘anarşist dalga’nın doktrini ‘eşitsiz bir dünyayı yıkıp yerine eşitlikçi bir dünya kurmak’ olarak özetlenebilir. Bu hedefin kod adı da ‘devrim’ idi. Anarşistler yakın tarihe kadar kullanılan yöntemlerin çoğunu icat etmişti ama elbette dönemin modernleşme düzeyi ile ilgiliydi yöntemleri. Örneğin Nicholas Mozorov, Peter Kropotkin, Serge Stepniak gibi Rus anarşistleri davalarını yaymak için yeni yeni ortaya çıkan telgraf ve günlük gazeteleri ve en çok da demiryollarını kullandılar, ülkeden ülkeye seyahat ettiler. Hatta o kadar çok seyahat ettiler ki, yabancı ülkelerde kendi evlerinden daha başarılı oldular.
Bu dalga bir kaç onyıl içinde Batı Avrupa, Balkan ve Asya’ya yayıldı. 1890’lar ‘Suikastlerin Altın Çağı’ olarak nitelenecek kadar kanlıydı. Hanedan üyeleri, başbakanlar, bakanlar öldürüldü birbiri ardına pek çok ülkede. 20. yüzyılın başlarından itibaren, ‘terör’ azınlık grupları tarafından milliyetçi davalar için kullanılmaya başladığında sözcük giderek kara listeye alındı. Öyle ki, ABD Başkanı William McKinley Eylül 1901’de bir suikaste kurban gittiğinde halefi Theodore Roosevelt “terörizmin görüldüğü her yerde ezileceğini” ilan etmişti. Ancak ‘terörden dertli’ ülkelerin 1904’te planlandığı gibi St. Petersburg’da bir araya gelmesi mümkün olmadı. Çünkü ABD Avrupa’nın işlerine daha çok karışmak istemediği için delege göndermemişti, İtalya teröristleri kışkırtıp kendi ülkesine sıçratmamak için katılmayacaktı. Bulgaristan, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak için uğraşıyordu ve teröristlere çok ihtiyacı vardı. Sonunda olanlar oldu ve bir Sırp teröristinin Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’ı öldürmesi Birinci Dünya Savaşı’nın fitilini yaktı… Savaş sırasında katılımcı devletler birbirinin ordularının yanısıra sivillerini de öldürdüler ancak, bunlara ‘terör’ denmedi elbette!

İKİNCİ DALGA: ANTİ-SÖMÜRGECİ TERÖR

Savaşın yaralarının sarılmasından sonra, ortaya yeniden devlet-dışı aktörler çıktı. Çünkü savaş sonrasında Osmanlı, Britanya, Avusturya-Macaristan ve Rus imparatorlukları yıkılmış ancak bütün azınlıklara kendi ulus-devletlerini kurma izni verilmemişti. Yani sömürgecilik ve onun kötü pratikleri (baskı, zulüm, aşağılama) devam ediyordu. Eski ve yeni devletler de kendilerine göre bir terör tanımı yapmak için kolları sıvadılar. Hiç yasalaşmamasına rağmen halen zımnen uygulanmakta olan Milletler Cemiyeti’nin 1937 tarihli konvansiyonuna göre terör “devlete yöneltilmiş ve belirli kişilerin veya grupların ya da kamuoyunun zihninde dehşet hali yaratmaya kastetmiş ya da bu amaçla tasarlanmış” tüm suçların adıydı.

1960’lara kadar süren ‘sömürgecilik karşıtı’ ikinci dalganın önemli örgütleri İrlanda’da IRA, Kıbrıs’ta EOKA ve TMT, Cezayir’de FLN başta olmak üzere Hindistan, Burma, Seylan, Mançurya, Kore, Filipinler’de kurulan çeşitli örgütler sömürgecilere karşı bireysel veya küçük grup terörü (suikast, intihar saldırısı vb.) yerine ‘gerilla’ taktiklerini (çoğunlukla askeri birliklere, bazen de sivillere yönelik vur-kaç eylemleri örneğin) yaygın biçimde uygulandılar.
Bu dönemin liderleri anarşist geleneğe saygılıydılar ancak anarşistler gibi kozmopolit/enternasyonalist değillerdi, daha çok ‘milli/ulusal’ kahramanlardı. Birinci dalgada, teröristler diasporadan (anavatandan uzakta yaşayan etnik/milli gruplardan) toplanan fonlarla eylemlerini küresel düzeyde gerçekleştirirken ikinci dalgada, diasporalar güçlerini, içinde yaşadıkları ulus-devletlerin yöneticilerini, anavatanlarındaki bağımsızlık hareketlerini tanımaya zorlamak için kullanıyorlardı. Sömürgeciliğin ana gövdesi itibariyle tasfiye edilmesiyle birlikte bu örgütler ya ortadan kalktılar ya da şekil değiştirdiler. Çünkü yeni kurulan devletler de sorunsuz değildi.

ÜÇÜNCÜ DALGA: MİLLİYETÇİ/SOL TERÖR

İlkel silahlarıyla ABD’ye karşı (Hristiyan dünyasında İncil’deki David-Goliath savaşına benzetilen) kahramanca bir direnişin destanı olan Vietnam Savaşı’yla birlikte 1960’ların sonlarından itibaren yeni bir dalga yükselmeye başladı. Milliyetçi temalarla sol temaların içiçe geçtiği bu dalga SSCB’nin de desteğini arkasına alarak, Avrupalı, Kuzey Afrikalı, Latin Amerikalı, Ortadoğulu, Balkanlı, Kafkasyalı militanların enternasyonalizmini yeniden canlandırdılar. Öyle ki bu örgütler çoğu zaman anavatanlarından daha ilgili oldular uzak coğrafyalardaki davalara… Dünyanın egemenleri bu yeni oluşuma ‘uluslararası terörizm’ adını verdiler. Bu dalganın kült örgütleri, Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (diğer adıyla Baider Meinhof Grubu-RAF), İtalya’da Kızıl Tugaylar, Fransa’da Fransız Doğrudan Eylem Grubu, İspanya’da ETA, Japonya’da Japon Kızıl Ordusu, Peru’daki Tupac Amaru ve Sendero Luminoso idi. Örneğin 1964’te sömürgecilik karşıtı olarak kurulan FKÖ’nün El Fetih gibi kolları 1970’lerden sonra üçüncü dalga olarak sürdürdü hayatını. (Sadece terör yöntemlerini kullanan Ermeni örgütü ASALA ile gerilla savaşı yanında terör yöntemlerini kullanan Kürt örgütü PKK hakkında şu yazıma bakılabilir: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/bir-zamanlar-asala-ve-pkk/13392/)

Yeni yöntemler: Adam kaçırma, fidye alma

Bu dalgada da adam, uçak kaçırma, rehin alma gibi yeni yöntemler denendi. Öyle ki 1968-1982 arasında dünyanın 73 ülkesinde tam 409 olayda 951 rehin alma, 700’ü aşkın adam kaçırma olayı gerçekleştirildi. Bunlar için tahminen 350 milyon dolar fidye alındı. Bu dalganın önemli bir kaç olayını hatırlayalım: 1971’de Ürdün Başbakanı suikaste kurban gitti. 1972’de IRA Belfast’ta bombalı saldırıyla 11 kişiyi öldürdü, 130 kişiyi yaraladı. Aynı yıl El Fetih’e bağlı ‘Kara Eylül’ örgütüne bağlı 8 Filistinli ‘terörist’ Münih Olimpiyad Köyü’nde 11 İsrailli sporcuyu rehin aldı. Alman polisinin müdahalesi sonucu 5 terörist ile 9 sporcu öldü. 1973’te İspanya’da Bask ETA örgütü İspanya Başbakanı’nı öldürdü. 1975’te Çakal Carlos’un adamları Viyana’daki OPEC toplantısını bastı, 60 kişiyi rehin aldı, üç kişi öldü, 1976’da IRA Britanya’nın İrlanda Elçisi’ni öldürüldü. Aynı yıl Alman Baader-Meinhof Grubu ile Filistin’in Özgürlüğü İçin Halk Cephesi Air France’a ait bir uçağı içindeki 258 yolcu ile kaçırdı. Uçak Uganda’nın Entebbe havaalanına indi. İsrailli komandolar yolcuları kurtardılar. 1978’de İtalya Başbakanı Aldo Moro İtalyan Kızıl Tugayları tarafından kaçırıldı. 55 gün sonra ölü olarak bulundu. 1978’de Sandinista gerillaları Nikaragua Kongresi’ni bastı, 1979’da IRA Britanya’nın eski Hindistan Valisi Lord Mountbatten’ı ve yanındakileri, olaydan bir süre sonra da 18 İngiliz askerini öldürdü. 1985’te Kolombiya’nın M-19 örgütü 11 yargıcı öldürdü.

1970’lerde Türkiye’deki sol örgütler de anti-emperyalist söylemleriyle milliyetçilikle flört ederken, yabancı elçilere, askerlere yönelik suikast, kaçırma eylemleriyle bu geleneğin parçası oldular. Elbette bütün bu olaylar, bakış açısına göre kimi tarafından ‘terör eylemi’, kimine göre ‘devrimci şiddet’, kimine göre ‘özgürlük mücadelesi’ diye adlandırıldı.
Birinci dalgada aktif olan kadınlar, ikinci dalgada figüran rolüne indirgenmişti ancak üçüncü dalgada uçak kaçıran FKÖ’lü Leyla Halid örneğindeki gibi yeniden başrollere çıktılar.

Bu dalgadaki saldırıların üçte biri ABD hedeflerine yapıldı. Elbette bu ABD de Nikaragua’da, Angola’da ‘teröristleri’ kendi çıkarları için desteklemekten kaçınmadı.

KKTH kapsamında şiddet mübah mı?

Burada uzunca bir parantez açmak gereği duydum: Her ne kadar BM’nin 1970’den sonraki pek çok kararında insan veya uçak kaçırma, rehin alma, devlet görevlilerine suikast veya yabancı elçilikleri bombalama eylemlerini suç olarak tanımlandıysa da halkların/ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (KKTH) kapsamında silahlı direniş hakkı olup olmadığı konusunda ele alınmaya devam etti. (Bu konuda birbirini tamamlayan iki yazım: 1) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/uluslarin-kendi-kaderini-tayin-hakki-ve-kurtler-1150829/ 2) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/ozerklik-aciklamasi-yapmak-suc-mudur-1433084/)

Bu bağlamda 1970 yılında kabul edilen XXV Sayılı Genel Kurul kararında özetle “sömürge halkları, kendilerine karşı zora dayalı siyasalar güden devletlere karşı direnç göstermeye sahiptir” deniyordu. Ancak uluslararası hukuka göre düşman işgali veya tehdidi altındaki bir bölgede bu işgali sona erdirmek veya işgale mani olmak maksadıyla, işgalci kuvvetlere karşı gayri nizami harp teknik ve taktiklerini kullanarak mücadele eden kişi anlamına gelen ‘gerilla’ veya ‘özgürlük savaşçısı’ olarak tanımlanmak için, herkesçe tanınan bir üniforma giymek, belirli işaret ve amblemleri taşımak, herşeyden önemlisi de uluslararası savaş hukukuna uymak gerekiyordu.

Peki ‘direnç göstermek’ derken ne kastediliyordu? Aralık 1973’te 13 ülkenin karşı durmasına rağmen kabul edilen “Irkçı, yabancı veya sömürgeci rejimlere karşı mücadele verenlerin yasal statüsüne ilişkin temel prensipler” başlıklı BM kararına göre, “yabancı baskısından ve sömürüsünden kendilerini özgürleştirmek için mücadele eden halkların şiddet dahil HER yöntemi kullanması” mübahtı. Ancak komisyon, “özgürlük hareketlerinin meşru şiddet kullanımı” ile “terörist şiddet” arasında ayrım yapmıştı. Peki bu ikisini nasıl ayırd edilecekti?

Milliyetçi örgütlerin Ortadoğu’daki terörizmi üzerine çalışan Jochen Hippler ve Andrea Lueg adlı araştırmacılara göre “diğer silahlı direniş yöntemlerine nazaran, geniş halk kitlelerine dayanan, baskıcı bir rejime yönelen hareketlere terörist hareket denemez.” Ancak yazarlara göre bu tanıma girmek için iki kritere uyulması gerekir. Bunlardan birincisi artık şiddet dışı barışçıl yöntemlerin mümkün olmaması, ikincisi ise şiddet uygulanırken çatışmaya dahil olmayan kesimlere yönelik zararların önlenmesi ve minimize edilmesi için çaba gösterilmesi. Nitekim 1987 tarihli Terörizm Hakkındaki Cenevre Deklarasyonu da hemen hemen bunları özetlemişti.

DÖRDÜNCÜ DALGA: DİNSEL TERÖR

Parantezi kapatıp devam edersem, 1980’lerde ulus-devletlerin işbirliği ile üçüncü dalga tek tek ülkelerde bastırıldı ancak dördüncü dalga yola çıkmıştı bile. 1979 İran İslam Devrimi ve 1979’da başlayan Afganistan Savaşı’nın etkisiyle yükselen/yükseltilen ‘dinsel dalga’ esas olarak çoğu Müslüman nüfusa sahip olan ama uzun süre laik rejimlerce idare edilen ülkelerde doğmuştu. Bu yüzden de yaygın olarak ‘İslamcı terör’ diye adlandırmak zor olmadı. Ancak bunun nedenini açıklamak kolay değildi. Sol ve liberal araştırmacılar Afganistan Savaşı sırasında ABD’nin SSCB’yi çevrelemek için uygulamaya koyduğu Yeşil Kuşak Projesi’ni suçlarken (bu konudaki yazım: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/sarkiyatcilik-garbiyatcilik-islamcilik-yesil-kusak-1472790/) İslamcı yazarlara göre ‘İslamcı terör’ en çok kapitalist Batı'nın yolunu seçtikten sonra vaadlerini yerine getirmeyen Cezayir, Mısır, İran ve Ürdün'de etkili olmuştu çünkü bu ülkelerde yaşanan hızlı sanayileşme ve beraberinde gelen çarpık kentleşme ülkedeki zengin-yoksul ayırımını daha da şiddetlendirmişti. Ülkeleri yöneten politik elitler ile halk arasındaki ilişkilerin koptuğu noktada, yaşanan sorunların çözümü olarak İslami kullanan hareketler ortaya çıkmıştı.
Hangisi tez doğru olursa olsun gerçekten de 1980’lere gelindiğinde Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar tüm Arap dünyasında İslam dini siyasi görüşlerin neredeyse tek taşıyıcısıydı. O yıllarda Komünist Afganistan, sosyalist Cezayir, devrimci Libya, monarşik Fas ve İran, laik Tunus, Batı yanlısı Mısır, bölünmüş Lübnan ya da şeriatla yönetilen Suudi Arabistan olsun, kitlelerin mevcut politikalara yönelik tepkileri ve iktadar talepleri İslam dini üzerinden dile getiriliyordu. Daha sonraki yıllarda Burma, Çad, Etiyopya, Tayland ve Filipinler’de yürütülen halk ayaklanmalarının ardında da İslami motifler yer aldı. Bunlara Türkiye, Hindistan, Endonezya, Malezya ya da Trinidad-Tobago gibi ülkeleri de katabiliriz.

Büyük Şeytan ve El Kaide

İslamcı uyanış Batı tipi partiler olarak değil, irili ufaklı silahlı örgütler şeklinde örgütlendi. Gerçi üçüncü dalgada 200 kadar olan örgüt sayısı 40’a düşmüştü ancak etkileri artmıştı. Bu örgütlerin en büyük düşmanı, İran İslam Devrimi’nin lideri Humeyni’nin ‘Büyük Şeytan’ diye adlandırdığı ABD idi. Dolayısıyla Kenya, Tanzanya, Somali, Yemen ve Suudi Arabistan’daki ABD üsleri, elçilikleri kanlı saldırılara hedef oldular. Bu eylemler sayesinde Yeşil Kuşak’ın ürettiği İslami örgütlerin en ünlüsü El Kaide ve onun lideri Usame bin Ladin, küresel yıldıza dönüştü.

Bu dalganın önemli ‘İslami terör’ eylemlerini hatırlatayım: 1979’da Başkan Carter’ın devrik İran Şahı Pehlevi’yi Beyaz Saray’da kabul etmesini protesto eden İranlı eylemcilerin Tahran’daki ABD elçiliğini 444 gün boyunca kuşatması, 1979’da İslamcı eylemcilerin Mekke’deki Ulu Cami’yi kuşatması, Suudi ve Fransız kolluk kuvvetlerinin kurtarma operasyonu sırasında 250 kişi ölmesi, 600 kişi yaralanması 1981’de Mısır devlet başkanı Enver Sedat Tekfir ve’l-Hicra adlı örgüt tarafından öldürülmesi, 1982’de Lübnan Başbakanı Beşir Cemayel Beyrut’da parti merkezinden çıkarken bombalı saldırıyla öldürülmesi, 1983’te İslami Cihad örgütünün Beyrut’taki ABD Deniz kuvvetleri binalarına ve Fransız barakalarına bombalı saldırısıyla 242 Amerikalı, 58 Fransız askerinin ölmesi.
Başka dinlere mensup kişilerin gerçekleştirdiği eylemlerden de bir kaç örnek vereyim: 1984’te Sih militanlar Hindistan’ın Amritsar kentindeki Altın Tapınağını kuşattılar. Hindistan kolluk kuvvetlerinin müdahalesi sırasında 100 kişi öldü. 1985’de Keşmirli eylemciler Air İndia’ya ait bir uçağı Atlantik üzerinde düşürdüler, 329 kişi öldü. Yine 1985’te Filistin Özgürlük Cephesi üyeleri İtalya’ya ait Achille Lauro yolcu gemisini kaçırdılar. 1997’de Cemiyetü’l-İslamiye örgütü üyeleri Mısır’da tarihi Luksor Tapınağı harabelerini gezen turistlere ateş açtı, 58 turist, 26 Mısırlı öldü, 26 turist yaralandı.

Yeni yöntemler: İntihar bombacıları, kimyasal ve siber terör

2000’li yıllarda da terör olaylarının arkasında hala Katolikleri, Protestanları, Budistleri, Sihleri, Hinduları ya da Ortodoksları bulmak mümkün ama bir gerçek var ki giderek artan sayıda Müslüman terör olaylarına katılıyor. Dahası, yapılan anketlere göre, 1,5 milyarlık Müslüman toplumunun neredeyse yarısı bu grupların eylemini terör eylemi olarak görmüyor. İslamcı örgütler (ki bir listesini şu linkte görebilirsiniz: anarşistlerin intihar bombacılığı yöntemini yeniden canlandırdılar. Özellikle kadınların intihar bombacısı olarak çok daha fazla gördük. (Bu konudaki yazım: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/ayin-karanlik-yuzu-kadin-canli-bombalar-1269704/)

Kimyasal silah dehşeti


Günümüzde bazı terör örgütlerinin klasik silahların yanı sıra şarbon, çiçek, hıyarcıklı veba, HFV, Ebola, Marburg, tularemia, botulism gibi bakteri ve virusleri ya da sarin, VX ve hardal gazı gibi kimyasal maddeleri kullanması olasılığı giderek güçleniyor. Bazı örgütlerin özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra yasadışı yollarla ülke dışına kaçırılan nükleer malzemenin peşinde olduğu da biliniyor. Dünya kamuoyunun biyolojik silahlarla ilk tanışması 1995 Mart ayında Tokyo Metrosu'na sarin gazı atarak 12 kişinin ölümüne ve 5 bin 700 kişinin hastanelik olmasına neden olan Aum Shinrikyo örgütü sayesinde olmuştu. Aum, Hinduizm ve Budizm'den esinlenmiş, kıyamet gününe inanan bir çeşit dinsel fanatikler topluluğuydu. 


Siber-terör

Kimyasal ve biyolojik silahlar kadar yıkıcı olmasa da siber-terör de ‘müesses nizam’ı sarsabiliyor. Bugüne dek bilinen etkili siber saldırılar 1995'te Japonya'da (polis teşkilatına yönelik), 1998'de Sri Lanka'da (elçiliklere yönelik), 1999'da Kosova'da (NATO'ya karşı) ve 2000’de Ortadoğu'da yaşandı. 2000 yılının Kasım ayında Lübnanlı Hizbullah’ın üç İsrailli askeri rehin almasından üç hafta sonra başlayan İsrail siber-saldırısı Hizbullah’ın web sitesine milyonlarca darbe vurmuştu. Hizbullah’ın webmaster’ı Ali Eyüb’e bakılırsa Hizbullah’ın buna cevabı daha etkili oldu. Ekim 2000 ile 1 Ocak 2001 arasında İsrail’deki web siteleri 246 kere haklandı. Bu tür faaliyetler Filistinliler arasında ‘e-cihad’, ‘siber-cihad’, ‘inter-cihad’, ‘inter-fada’ gibi adlarla anılıyor.

IŞİD ve nihilizmin hilafeti

2012’de El Kaide’den bayrağı devralan İŞİD (ya da kısa adıyla İD-İslam Devleti) gerek hedefleri gerekse yöntemleriyle bugüne dek tanıdığımız hiçbir örgüte/harekete benzemiyor. Belli bir coğrafyada egemenliğini sağlamış, hatta devletleşmiş olan IŞİD’in hedefleri çok daha muğlak, çok daha yıkıcı. Ya da tersinden söylersek, kendine benzemeyene (buna kendi Müslümanlık anlayışına uymayan Müslümanlar da dahil) herşeye karşı… Yöntemleri ise, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde kanlı. Kafa kesmeler, yakmalar, toplu tecavüzler, kadın ve çocukları esir pazarlarında satmalar, antik kalıntıları bombalamalar bu örgütün ‘terörist yöntemler’ yelpazesine kattığı yenilikler (!) Ancak iş bununla da kalmayacağı benziyor, çünkü IŞİD, dünyanın bütününü kanlı bir sahneye çevirmek üzere eyleme geçti. Elbette gözünü de ilk olarak ‘kafir’ Batı’ya dikti. Cihatçı hareketler üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Gilles Kepel, IŞİD’in, Ebu Musab el Suri’nin 2006’da yazılmış, 1600 sayfalık ‘Uluslararası İslami Direnişe Çağrı’ kitabını neredeyse harfiyen uyguladığını savunuyor. El Suri’ye göre yapılması gereken, içinde yaşanılan toplumu yürüyemez hale getirmek, Müslümanlara yönelik öfkeyi ve nefreti köpürterek yabancılaşmayı derinleştirmek ve terör eylemleriyle direniş örgütleyerek iç savaşları körüklemek. Hedef ise ‘Dünya İslam devleti/hilafeti’ kurmak.


DEVLET TERÖRÜ

Buraya kadar devlet merkezli terör tariflerinden hareket ederek terör dalgalarını özetlemeye çalıştım. Elbette bütün bu dalgaları kesen, çoğu durumda bu dalgaların nedeni ve/veya şiddetlendiricisi olan devlet terörü için de başlık açmamız lazım. Hatta bu konunun üzerinde çok durmamız lazım. Çünkü bugün devletlerin en başarılı işlerinden biri devletlerin terörist eylemlerini "güvenlik" maskesi altında görünmez kılmak.

Devletin kutsallığı, dolayısıyla her türlü eyleminin meşru olduğuna dair düşüncenin tarihi çok eski. Örneğin İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un (ö. 1679) metaforik açıklamasına göre ‘birbirinin kurdu olan insanlar’ (homo homini lupus) bir sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini Leviathan denen varlığa devrederek, karşılığında güvenli bir yaşam elde etmişlerdir. Leviathan Tevrat’ta geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’a göre her şeye egemen olan devletin simgesidir. Hobbes “zulüm, adaletin diğer biçimidir” derken, ondan 150 yıl sonra Alman felsefecisi Hegel (ö. 1831) bu fikri mükemmelleştirmişti. Hegel’e göre “devlet Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür”, devlet gerçekliktir, devlet zorunluluktur, devlet kutsaldır ve kendini korumak için her türlü önlemi almaya izinlidir!

Devletin avantajları (!)

Halbuki bugün insan hakları veya terör konusunda çalışan uzmanlar, devletlerin bazı eylemlerinin (hatta bazı devletlerin çoğu eyleminin) devletin başkaları için yaptığı terör tanımına (“eylemlerin sivillere yönelik olması” veya “toplumda endişe, korku, ve panik yaratmak amaçlı eylem” olması gibi nitelikleriyle) tıpatıp uyduğunu düşünüyor. Gerçekten de devasa ordusu, devasa polis ve istahbarat teşkilatı, gizli ya da açık baskı aygıtlarıyla devletlerden daha çok toplumlarda korku ve endişe yaratma kapasitesi olan bir örgüt olamaz. “Ama terör örgütlerinin amacıyla devletin amacı arasında fark vardır” diyenler olabilir ama kabul etmek lazım ki, amaçları konusunda devletlerin toplumları yanıltma kapasitesi de çok ama çok yüksektir, çünkü eğitim kurumlarını, yazılı, sözlü, görsel, elektronik medyayı, mahkemeleri, hatta meclisleri etkilemek, yönlendirmek için ellerinde gizli, açık pek çok aygıt vardır. Hiçbir devlet-dışı terör örgütü böylesi geniş olanaklara sahip değildir.

Nitekim bugün terörist dendiğinde neredeyse kimsenin aklına iyi bir şey gelmiyor. Hatta bir kişiye, bir örgüte ‘terörist’ damgasını vurdunuz mu, o kişinin veya örgütün hiçbir talebinin, sözünün meşruiyeti kalmıyor. Bunun bilincinde olan kesimler de, kendilerine ‘özgürlük savaşçısı’, ‘şehir gerillası’, ‘Allah’ın askeri’, ‘direnişçi’ gibi adlar takıyorlar.

Birinin teröristi, diğerinin gerillası

Elbette devletin baskılarına göğüs gererek ya da değişen siyasal koşulların sağladığı olanakları kullanarak aynı grupların farklı şekilde adlandırılmaları da mümkün. Örneğin 1940’lardan itibaren Irgun Yahudiler için ‘güvenlik örgütü’, Araplar için terör örgütüydü. 1950’lerden itibaren EOKA Kıbrıslı Rumlar için anti-kolonyalist örgüt, Kıbrıslı Türkler için tedhiş (=terör) örgütüydü. Aynı şekilde TMT Kıbrıslı Türkler için öz savunma örgütü, Kıbrıslı Rumlar için tedhiş örgütü idi. 1979’da Tahran’daki ABD elçiliğini basıp içerdekileri 444 gün boyunca rehin alan gençler, İranlılar için kahraman, ABD’liler için teröristti. 1970’ler ve 1980’lerde Batı dünyası için ‘bir numaralı terörist’ olan ‘Çakal Carlos’ lakaplı İlich Ramirez Sanchez 1994’de kendini ‘devrimci’ olarak tanımlamıştı. Beyaz ırkçı rejim tarafından terörist olduğu iddia edilerek 27 yıl hapse mahkum edilen Nelson Mandela, hapisten çıktıktan sonra Güney Afrika’nın ilk siyah başkanı olmuştu. ‘Terörist’ IRA’nın liderlerinden Martin McGuiness 1998’de Britanya ile İRA arasında barış sağlandıktan sonra Kuzey İrlanda’nın Eğitim Bakanı oldu. Keşmir’deki İslamcı örgütler Hindistan için terörist, Pakistanlılar için özgürlük savaşçısı. Lübnan Hizbullah’ı bazı uzmanlara göre hem özgürlük savaşçısı hem de terörist. Aynı şekilde Kolombiya’nın ünlü şiddet örgütleri olan FARC ve ELN aynı kişiler tarafından hem gerilla savaşını hem de terörü kullanan gruplar arasında sayılıyor. Bugün Filistinli intihar bombacılarını İsrail ve ABD terörist olarak nitelerken, Araplar için onlar Filistin’in özgürlüğü için savaşmakta. PKK, yıllarca Kürtlerin büyük bir bölümü için ‘gerilla örgütü’, ‘özgürlük savaşçısı’ Türklerin büyük bir bölümü için ise ‘terör örgütü’ idi. Meşhur 'Barış Süreci' süresince iktidarın önemli kişileri PKK liderlerini 'barış elçisi' olarak gördüklerini belirten pek çok açıklama yaptılar. 1 Kasım 2016 seçimlerinden sonra aynı kişiler PKK'ya yönelik eski söyleme döndüler. Yani zamana, mekana ve 'dönemin ruhuna' göre “birinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısı” olabiliyor. Elbette ülkemizde 'zamanın ruhunu' kavrayamyıp, o an devletin ‘terörist’ dediğine siz ‘özgürlük savaşçısı’ veya ‘gerilla’ derseniz en iyi ihtimalle hapishaneye, en kötü ihtimalle ‘öteki dünya’ya gönderilmeniz işten değil. (Bkz. Tahir Elçi cinayeti.)

Öte yandan devletin ‘terör örgütü’ dediği örgütlerin bazıları gerçekten de ‘terör örgütü’. Bu konuda karar vermek için farklı ve daha geniş bir tanım çerçevesi kullanmak lazım. Başlangıç olarak “bir hareketin/örgütün temsil ettiğini ileri sürdüğü halkın tamamını veya bir kısmını temsil eden talepleri uluslararası hukuka veya genel olarak kabul edilmiş ahlaki normlara uygun mu?”, “bir hareketin/örgütün şiddet içeren mücadele yöntemlerini zorunlu kılan bir ortam var mı?”, “Devlet bu hareketi/örgütü şiddete yönelten politikalar izliyor mu?” , “bu politikalara karşı şiddetten başka yöntemlerle yanıt verme imkanı yok mu?”, “şiddet öz-savunma için kullanılıyorsa, öz-savunmanın sınırları nerede başlar, nerede biter” gibi sorulara yanıt vermek lazım.

Sayılar ve teknikler açıklayıcı olabilir mi?

Kullanılan teknikler veya eylemler sonunda yaşanan can kayıplarının sayısı gibi unsurlar açısından da devletlerin ‘terörist’ kapasitesi çok yüksek. Örneğin Çarlık Rusyası’nda yüzbinlerce Yahudi pogromlara tabi tutulmuştu. 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nda yüzbinlerce Ermeni tehcir adı altında soykırıma tabi tutulmuştu. 1960’larda Endonezya’da 1 milyonu aşkın komünist, ayrıca bir o kadar Çinli ve Huk katledilmişti.1970’lerde Guatemala’da 200 bin kişi ABD’nin eğittiği ‘ölüm mangaları’ tarafından katledildi. Arjantin’de faşist Galtieri diktatörlüğü sırasında 20 bin Arjantinli buhar (!) oldu. 1988’de Saddam Hüseyin yönetimi, Halepçe’de 5 bin Kürdü hardal gazıyla katletti. Rusya Çeçenistan’da, Sudan Darfur’da binlerce kişiyi öldürdü. Yıllardır İsrail ‘Filistin terörü’nün kurbanı her İsrail vatandaşı için neredeyse 10 katı Filistinli öldürüyor. Nihayet Türkiye’de tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devletin öldürdüğü kişilerin sayısı en iyimser ihtimalle 100 bin idi. Kullanılan araçlar ise ateşli silahlardan bombardıman uçaklarına, oradan zehirli gazlara kadar geniş bir yelpaze oluşturuyordu. (Bu konudaki yazım: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/cumhuriyetin-kanli-kurt-bilancosu-1494640/)

Türkiye dışındaki pek çok devletin elinde ayrıca nükleer, kimyasal, biyolojik silahların olduğunu düşününce, devletlerin toplumları terörize etme kapasitesini düşünmek son derece ürkütücü hale geliyor. (Kimyasal silahlar konusundaki yazım: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/kimyasal-silahlarin-kisa-tarihcesi/18891/)

Her konuda eşitliğin (?) sağlandığı varsayılsa bile, devlet denilen mekanizma daha çok teröristtir çünkü devlet ahlaki normlarla, kanunlarla bağlıdır, isyancı gruplar ise böyle bir ahlaki sorumluluk altında değildir. Kısacası, “ama X örgütü şu kadar asker öldürdü, elbette devlet de şu kadar Y örgütü üyesini öldürebilir” deyip işin içinden çıkamayız.

GERÇEĞİN DEĞİŞEN YÜZLERİ

Özetin özeti, bugün neyin terör, kimin terörist olduğu konusunda uluslararası alanda kabul edilmiş bir norm yok, dahası, 100’ü aşkın ‘bilimsel’ terör tanımı var ama bunların ortak paydası, terörizmin, ulusal bağımsızlığı sağlama, sosyal adaletsizliği giderme, bir azınlık grubunun statüsünü düzeltme, çevre veya hayvan haklarını koruma gibi siyasi hedeflere yönelik olarak, bir grup insanın klasik savaş yöntemlerinden farklı araçlarla sistematik olarak silahsız insanları, grupları, kitleleri yıldırma, korkutma eyleminin adı olması. Eskiden devlet adamlarına, diplomatlara, önemli kişilere yönelen teröristler, artık daha çok geniş kitleleri hedef alıyorlar. Eskiden terör yerel iken, bugün teröristler için tüm dünya savaş alanı. Eskiden sadece ateşli silahlarla terör yapılıyordu, şimdi bunlara ilaveten uçaklarla, virüslerle, kimyasal maddelerle, internet bağlantılarıyla, cep telefonlarıyla da terör eylemleri yapılıyor. İnanmış insanların canlı bombalar olarak kalabalıkların veya binaların üzerine sürülmesi ise başa çıkılması zor bir intihar kültürünün habercisi.

BİR RÜYAM VAR:ŞİDDETSİZ BİR DÜNYA

Bir tarihçi olarak şiddet siyasalarının, terörün tarihçesini özetlemek görevim, ancak bir insan olarak şunu söylemek boynumun borcu: Benim saygı duyduğum Alman felsefeci Immanuel Kant’ın (ö.1804) ahlak yasası, amaç ne olursa olsun başkasına zarar veren hiç bir eylemi onaylanamaz. Şiddet içermeyen direniş yöntemi Satyagraha’nın düşünürü, Hindistan bağımsızlık mücadelesinin önderi ve trajik şekilde kendisi de terör kurbanı Mahatma Gandhi “göze göz, dişe diş düşüncesi bütün dünyayı kör edecek” der. (Şiddet içermeyen yöntemler hakkındaki yazım: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/sokrates-thoreau-gandhi-martin-luther-king-1138746/)

Totaliteryanizmin şiddeti üzerine yazan en önemli düşünürlerden olan Hannah Arendt de bazı durumlarda şiddetin çatışmaların kamuoyuna duyurulmasında gerekli ve mantıki bir seçim olabileceğini söyledikten sonra bizi şöyle uyarır: “Şiddet kullanımı dünyayı değiştirir, ancak en muhtemel değişim daha çok şiddetle dolu bir dünyadır.”

Ben bu çizgiye bağlı biriyim. (Nasıl bir dünya hayal ettiğime dair yazım: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/bir-ruyam-var-gun-gelecek/3795/) Yerel ve küresel adaletin çok uzun erimli bir çabanın ürünü olacağını düşünüyorum. Dünyada hoşumuza gitmeyen şeyleri, bunlar bize şiddet yoluyla dayatılan şeyler de olsa, şiddet yoluyla değiştirmenin hem bizi, hem toplumumuzu, hem de insanlığı çürütücü bir etkisi olduğuna inanıyorum. Eğer ‘devrim’e şiddet yöntemiyle ulaşmaya çalışırsak, Albert Camus’nun 1917 Ekim Devrimi arifesinde Grandük Sergey’e suikast düzenleyen beş Rus ‘terörist’ini konu alan Les Just Assassins (Adil Suikastçılar) adlı felsefi dramasının doğrucu kahraman Dora’nın kehanetindeki gibi “Devrimin olduğu günden, tüm insanlık nefret edecek!” diye korkuyorum…

Not: Bu yazı, kapanan Radikal gazetesinde yayımlanmayan son yazımdı. Diyarbakır'daki son terör eyleminden sonra buradan sizlerle paylaşmaya karar verdim. Yazımın omurgasını devlet-dışı terörü ‘dört dalga’ halinde değerlendiren David C. Rapoport’un (http://international.ucla.edu/media/files/Rapoport-Four-Waves-of-Modern-Terrorism.pdf) makalesindeki bilgiler oluşturdu. Devlet terörü bölümünü değişik kaynaklardan derledim.




Reply · Report Post