Kemalizme Karşı Komünizm



"Kemalizme Karşı Komünizm" makalesi tr.internationalism.org'dan alıntıdır. 6 bölüm olarak yazılmıştır. http://tr.internationalism.org/category/tags/osmanli-sol-kanat sayfasından ulaşılabilir.




Kemalizme Karşı Komünizm (1)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Komünist Hareketin Ortaya Çıkışı

Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı, kitlelere bütün savaşları bitirecek olan savaş olarak anlatılmıştı. Genel olarak 19. yüzyılın temel mantığı çatışıp geri çekilmek olan, dolayısıyla kayıp sayısı az olan savaşlarına alışmış durumdaki Avrupa, bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand'ı öldürmesi sonucu patlak veren savaşın da, öncülleri gibi kısa süreceğini, birkaç haftada biteceğini zannetmişti. Öte yandan durum, kısa süre içerisinde herkesi şaşırtacaktı. Tam dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı, Avrupa'nın hemen her yerinde olduğu üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nda da hem genel nüfus, hem de işçi sınıfı için tam bir felaket oldu. Başta Ermeniler olmak üzere, sayıları iki milyona yakın soykırım kurbanı olan gayrimüslimin yanı sıra, Osmanlı Ordusu'ndan da bir buçuk milyon kişi ölecek ya da yaralanacaktı.1 Birinci Dünya Savaşı, toplamda on altı buçuk milyon insanın canına malolacak, yirmi milyon kişi ise sakat kalacaktı.2

Dönemin işçi hareketini teşkil eden İkinci Enternasyonal'in partilerinin büyük çoğunluğu ve sendikalarının neredeyse tamamı, 1914'te savaşı destekleyerek proletarya enternasyonalizminin ilkelerine ihanet etmişlerdi. Hareketi karşı saflara taşıyan milliyetçi dalga karşısında, devrimci ilkelere ancak küçük bir azınlık sahip çıkmıştı. Sosyal demokrasinin ihaneti, Avrupa genelinde kitleleri, heyecanla sınıf kardeşlerinin bağırsaklarını deşmeye itecekti. Öte yandan birkaç yıl içerisinde, savaşın getirdiği korkunç koşullar durumu ciddi bir biçimde değiştirecekti. 1917'de Rusya'da gerçekleşen Şubat devriminin ardından, işçi sınıfının Lenin'in söylediği üzere savaşı bitirmek için emperyalist savaşı devrimci sınıf savaşına çevirmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesi gerektiği netleşecekti. 1917 Ekim devrimiyle, Rus işçi konseyleri, yani sovyetleri burjuva geçici hükümetinin ve parlamentosunun elinden iktidara alarak tarihin gördüğü ilk dünya proleter devrimci dalgasını başlatacaklardı. Gerek Rus işçi sınıfı, gerekse Lenin'in başını çektiği Bolşevikler veya yeni isimleriyle komünistler, gerçekleşen devrimin bir dünya devriminin ilk basamağı olduğunu düşünüyorlardı. Dünya genelindeki enternasyonalist devrimciler, Bolşeviklere ve Ekim devrimine yönelerek, Rus Bolşevikleri gibi komünist ismini benimseyeceklerdi. Çok kısa bir süre içerisinde Rusya'da başlayan yangın dünyanın farklı yerlerinde ciddi yankılar bulacaktı. Kasım 1918'de Alman asker ve işçilerinin savaşa karşı ayaklanmasıyla başlayacak olan devrim, bir bütün olarak Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesini sağlayacaktı. 1918'de Letonya ve Estonya gibi Baltık ülkelerinde işçi konseyleri iktidarı alacak, Bakü'de bir işçi komünü kurulacak, 1919'da Macaristan'da bir devrim gerçekleşecek, İtalya'da yüzbinlerce işçinin ayağa kalktığı Biennio Rosso yani iki kızıl yıl başlayacaktı. Devrimci dalga Kuzey Amerika'da dahi ciddi bir karşılık bulacaktı: ABD'nin savaşa girdiği Ağustos 1917'de, Oklohama eyaletinden sayıları bini bulan farklı etnik kökenlerden işçi ve fakir köylüler silahlanarak savaşı durdurmak ve zorla askere alınmaya direnmek için Washington'a bir yürüyüş başlatmayı denemişlerdi. 1918 ve 1919'da Portland, Butte, Toledo, Tacoma, Buffalo gibi ülkenin farklı yerlerinden pek çok şehirde işçi konseyleri ortaya çıktı, Seattle'da şehri sarsan bir genel grev gerçekleşti. Bu çatışmalar, 1921'de Batı Virginia eyaletinde 15,000 madencinin silahlanarak Blair Dağı'na çıkmaları ve düzen güçleriyle çatışmaya başlamalarıyla üst noktasına çıkacaktı. İran'dan Çin'e, Afrika'dan Güney Amerika'ya, 1917 Ekim devriminin ardından proletarya on yıl boyunca dünyayı sarsacaktı. Gerek komünist fikirlere yönelim dalgası, gerekse sınıf savaşları dalgası Türkiye'yi de es geçmeyecekti.

Kemalizmin Doğuşu: Birinci Dünya Savaşı Sonrası İstanbul ve Anadolu'daki Durum

Avrupa'nın ciddi bir bölümünün aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nda savaşa karşı genelleşmiş bir siyasi hareket hiçbir zaman gelişmedi. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, savaş bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda ne bir işçi örgütü ne de etkin bir devrimci yapı mevcuttu. Bununla birlikte, böylesi bir olanağın mevcut olduğunu, 1917'de Ekim Devrimi'nin ardından başlayan ve hakkında ne yazık ki pek az tarihsel veri olan Erzincan Şurası, yani konseyi gösterecekti. Erzincan ve civarında Rus askerleri, aralarındaki Bolşeviklerin ciddi etkisiyle devrimcileşmiş ve burada yaşayan Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler arasında ciddi bir tartışma yaratmışlardı. Ekim devrimi ertesinde Rus askerler bölgeden çekilirken, Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler, Rus sınıf kardeşlerini, Erzincan Şurası adında bir işçi konseyi kuracak ve şehirdeki yönetim binalarına çektikleri kızıl bayraklar ile uğurlayacaklardı.3 Kısa zamanda bu hareket Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'a yayıldı. Kurulan konsey hükümeti Ocak 1918'de Osmanlı Ordusu tarafından bastırılana kadar yaşadı.4

Erzincan Şurası gibi bir dinamik, ilerki süreçte İmparatorluk sınırlarının geri kalanında ortaya çıkmamış olsa da, savaşa karşı, siyasileşmeyen fakat inanılmaz bir kitleselliğe sahip bir tepki olduğunu görmek için, firarilerin sayısına bakmak yeterli. Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşı'na katılan ülkeler arasında firarın en yoğun şekilde yaşandığı orduydu. Aralık 1917'de, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman askerî birliğinin başınu çeken süvari generali Otto Liman Von Sanders "Türk ordusunun mevcut durumu" başlıklı raporunda şunları ifade edecekti:

“Türk ordusunda şu anda 300.000'den fazla asker kaçağı mevcuttur. Bunlar düşmana katılmamakta ancak memleketlerrinin art bölgelerine kaçıp burada yağma ve talan yaparak ülke güvenliğini tehdit etmektedirler. Her yerde birlikler bu kaçakları yakalamak üzere harekete geçirilmelidir.”5

Osmanlı İmparatorluğu artık pek de bir İmparatorluk sayılamayacak halde savaştan çekildiğinde asker kaçağı sayısı yarım milyonu bulmuştu, ki bu sayı çok daha kalabalık olan Alman ordusundaki asker kaçaklarının üç katından daha fazlaydı.6 30 Ekim 1918'de Osmanlı, İtilaf devletleriyle Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalayacaktı. Anlaşma, İmparatorluğun fiili olarak sonunu teşkil ediyordu. Anadolu'nun belli bir bölümü dışında her yer Osmanlı'nın elinden çıkmıştı. Her ne kadar itilaf devletleri görüşmeler esnasında Osmanlı yetkililerine mevcut hükümeti dağıtmak veya İstanbul'u işgal etmek gibi bir niyetleri olmadığını söylemiş olsalar da 13 Kasım'dan itibaren, İngiliz ve Fransız askerleri fiili olarak İstanbul'a girecek ve önemli bölgeleri tutacaklardı.7 Kısa bir süre sonra Fransız orduları Akdeniz kıyısında da belirli bölgeleri ele geçirecekti. 1919'da başta İzmir olmak üzere Ege bölgesinin geniş bir kesimi Yunanistan'ın eline geçecekti.8

Mondros ateşkes anlaşmasının ardından İstanbul'da, savaş öncesi dönemde İttihatçıların rakibi olmuş olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası yeniden kurulacaktı. Mondros anlaşmasından birkaç ay önce, İttihatçı iktidarın tahta çıkardığı Sultan Reşad'ın yerine VI. Mehmed, veya daha iyi bilinen ismiyle Sultan Vahidettin çıkacaktı. Öte yandan, dönemin İstanbul'unun en etkili ismi ne Hürriyet ve İtilaf Fırkası, ne de Vahidettin idi. Öne çıkan şahıs, Damat Ferit Paşa'ydı. Ferit Paşa, savaş öncesi dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na başkanlık yapmıştı fakat yeniden kurulan partiyle ilişkiler kurmasına rağmen katılmamıştı.9 Vahidettin'in kayınbiraderi olan Damat Ferit Paşa, 10 Mart 1919'da Sadrazam olarak ilk hükümetini kuracaktı. Bir yandan İstanbul'u işgal altında tutan itilaf devletlerini hoşnut etmeye, diğer yandan ise eski İttihat ve Terakki rejiminin kalıntılarını temizlemeye yönelik bir politika izledi. Ermeni soykırımında işlenilen suçlardan dolayı kimi İttihatçılar cezalandırıldı, pek çok İttihatçı tutuklandı. Belirli aralıklarla bir yıldan fazla bir süre iktidarda bulunan Damat Ferit Paşa'nın, bu dönemde İstanbul siyasetinin en öne çıkan şahsı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.10

Savaş esnasında Osmanlı'yı yöneten İttihatçı liderlerden Enver Paşa ile Talat Paşa, Ekim 1918'de ülkeden kaçmışlardı ve Almanya'da bulunmaktaydılar. Bununla birlikte, İttihatçılar, hala bölgedeki en güçlü ve örgütlü yapı konumundaydı. İttihatçılar, gerek ordu kumandanları, gerek bürokratlar gerekse Anadolu'lu sivil tüccar ve zenginler arasında etkinliklerini korumaktaydılar. İttihatçıların Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti gibi gizli yapılar Anadolu'da, gayriresmi faaliyetlerini sürdürüyor ve yerel milliyetçi gruplar örgütlüyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetmiş görünmekteydi fakat İstanbul'da Teceddüt Fırkası olarak varlığını sürdürmekteydi.11 Teceddüt Fırkasının başını, 1925'ten itibaren Mustafa Kemal'in ölümüne kadar rejime Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Tevfik Rüştü (Aras), Kemalist rejiminin en önde gelen ideologlarından olacak Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve 1949'da TC Başbakanı olacak Şemsettin Günaltay gibi isimler çekiyorlardı. Bununla birlikte dönemin İstanbul'unda faaliyet gösteren İttihatçı kökenli tek yapılanma Teceddüt Fırkası değildi. Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkadaşlarından olacak İttihatçı Ali Fethi Okyar da, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası isminde bir parti kurmuştu.12 Teveccüd Fırkası İttihatçıların mal varlığını devralırken, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası İttihatçılara eleştirel bir tutum izleyecekti. Buna rağmen, iki parti de 6 Mayıs 1919'da, Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından kapatılacaktı.13

30 Nisan 1919 tarihinde, eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal isimli bir komutan, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelemesi ve gereken önlemlerin varsa bunların alınması amacıyla Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a gönderildi. Bu kararın arkasındaki temel gerekçe, bu komutanın Damat Ferit Paşa hükümetince, hem güvenilir ve nitelikli gözüken, hem de İttihatçılarla arası açık bir sima olduğundan dolayı, hükümetin isteklerine uyacağının düşünülmesiydi. Mustafa Kemal, savaş sırasında, daha Şehzade iken Almanya'ya giden Vahidettin'e bu yolculuğunda yaverlik yapmış, Vahidettin tahta çıkınca İstanbul'a çağrılmıştı. Bu komutana görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verilmişti. Kararın arkasında, İngilizlerin baskı ve korkusu vardı: İngilizler, Erzincan merkezli konseylerden tedirgin olmuşlardı ve eğer Osmanlı Ordusu bölgenin problemsiz olduğu teminatını veremezse, bölgeye askeri olarak müdahale edebileceklerini açıklamışlardı.14 Görünen o ki, ne İngilizler ne de Damat Ferit Paşa hükümeti, Mustafa Kemal'in, İttihatçıların 1918'de yeniden toparlanan gizli istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'ya katılmış olduğunu bilmiyorlardı.15

Savaş sonrası dönemde İstanbul sosyalist hareket içerisinde bulunmuş, sonrasında Anadolu'da faaliyet gösterecek önemli komünist militanlardan olan ve hayatına ileride değineceğimiz Ufa, Başkırdistanlı Ziynetullah Nevşirvanov, 1922 tarihinde kaleme aldığı Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller isimli yazısında şöyle diyecekti:

“Bugünkü Anadolu hareketi, özellikle İttihat ve Terakki Fırkası tarafından Mondros Anlaşması döneminde, belki de daha önce, Dünya Savaşı'nda yenilgi ihtimali düşünülerek hazırlanmıştır.”16

15 Mayıs 1919'da Yunanistan'ın İzmir'e girmesi ile birlikte, İttihatçı unsurların milliyetçi bir hareketi örgütleme çabalarına ciddi bir ivme kazandırdı. İzmir'de Müslüman nüfusa yönelik kimi katliamlar yapılmıştı ve ciddi bir baskı vardı; dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa ve İttihatçıların bir başka gizli örgütlenmesi olan Karakol Teşkilatı'nın girişimiyle kurulan İzmir Müdafa-i Hukuk Osmaniye Cemiyeti gibi yapıların güç toplaması da zor olmayacaktı. İzmir'in işgalinden sonra Yunanistan ordusunun bölgedeki uygulamaları nedeniyle daha öncesinde silah alma fikrine tereddütlü bakan Müslüman zenginleri ellerindekileri kaybetme korkusuna kapılacaklardı. 1918 sonları ve 1919'da itibaren, İttihatçıların başını çektiği milliyetçiler, Kars, Ardahan, Balıkesir, Nazilli gibi yerlerde kongreler düzenleyeceklerdi.17 Ziynetullah Nevşirvanov bu hareketi şöyle tanımlamaktaydı:

“Söz konusu dönemde savunma güçleri, Kuvva-i Milliye denen düzensiz çetelerden oluşuyordu. Bu çetelerin komutanlarının bir kısmı muvazzaf ordu subayları ve yedek subaylardı; ama büyük bölümü halktan çıkma savaşçı liderlerden ve savaş sırasında Ermeni kırımlarına katıldıkları için ateşkesten sonra dağa çıkan İttihatçılardan oluşuyordu.”18

İşte Mustafa Kemal'in sahneye çıkacağı nokta buydu. 22 Haziran 1919'da, üçü de kendisi gibi İttihatçı kökenli Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy), Rauf Orbay ve Refet Bele ile birlikte Amasya Genelgesi'ni kaleme alacaktı. Rauf Orbay, eski Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) idi, Refet Bele ile Ali Fuat Cebesoy ise, Sivas'taki III. Kolordu ve Ankara'daki XX. Kolordu komutanlarıydı. Erzurum'daki XV. Kolordu komutanı Kazım Karabekir de genelgenin yazımı sırasında bilgilendirilenler arasında geliyordu. 19 Amasya Genelgesi, İstanbul hükümetine açıkça muhalefet ediyor, “vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir” diyor ve Sivas'ta bir kongre düzenleneceğini bildiriyordu.20 Bu noktada, Mustafa Kemal'in, gerek Vahidettin'le olan kişisel ilişkilerinden, gerekse kendisine yeni verilmiş olan bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi nedeniyle bu isimler arasında öne çıkması şaşırtıcı değildir. Diğer isimlerden ise en önde gelenin Refet Bele olduğunu söyleyebiliriz. Refet Bele, İttihatçılar içerisinde Mustafa Kemal 1909'da hareketin önde gelenleriyle fikir ayrılığına düştüğünde onu desteklemişti. Zaten hareketin başına Mustafa Kemal'in geçmesini öneren de o olmuştu. Fakat Refet Bele'nin en önemli özelliği, Talat Paşa'nın en yakın arkadaşlarından biri olmasıydı.21 Talat Paşa'nın, sürgünde olmasına rağmen, Mustafa Kemal'e destek verdiği ve Anadolu'daki İttihatçı teşkilatları Mustafa Kemal'in emrine yönlendirdiği, ve Talat Paşa 1921'de öldürülene kadar Enver Paşa'nın da bu politikaya, istemeden de olsa uymuş olduğu bilinmektedir.22

23 Temmuz'da, Mustafa Kemal ve birkaç yandaşı, Erzurum Kongresi'ne katılacaklardı. Bu noktada Mustafa Kemal, yetkilerini bildirgesini yaymak ve gereken desteği almak için kullanmış ve Osmanlı Ordusu'ndan ayrılmış durumdaydı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'nin seçtiği Heyet-i Temsiliye'ye Başkan seçilecekti. Esasında bu heyet ve ünvan çok büyük önem taşımıyordu, zira daha önce gerçekleşen kimi milliyetçi kongrelerde de benzer kurum oluşturma girişimleri olmuştu ve Erzurum Kongresi'ne katılım bir hayli kısıtlıydı, hatta kongre düzenlenirken Balıkesir'de bir başka milliyetçi kongre düzenlenmekteydi.23 Öte yandan, Mustafa Kemal ve yandaşları için Erzurum Kongresi, hem hazırlığı içinde oldukları Sivas Kongresi için bir sıçrama tahtası oldu, hem de İstanbul hükümetine Amasya Genelgesi'yle olduğundan daha ciddi bir biçimde meydan okuma olanağı sağladı. Bu noktada, Mustafa Kemal ve yandaşlarının, ne saltanata ne de hilafete karşı bir niyetleri yoktu, hedefte yalnızca İstanbul Hükümeti vardı. Erzurum Kongresi'nin 3. ve 7. Kararları şöyleydi:

“İstanbul Hükümeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır(...) Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.”24

4 Eylül ve 14 Eylül arasında ise Sivas Kongresi gerçekleşecekti. Bu kongre, siyasi açıdan Erzurum Kongresi'nde alınan kararlara bir yenilik getirmiyordu. Daha ziyade milliyetçiler açısından örgütsel yönelimlerin belirlenmesi açısından önemliydi. Ziynetullah Nevşirvanov Sivas Kongresi ve sonrasında gelişen süreci şöyle açıklıyordu:

“Sivas Kongresi Anadolu hareketinin ilkelerini açıkladı ve harekatı yönetmek amacıyla her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne bağlı vilayet komiteleri kurdu. Bu komiteler, sözde Sivas Kongresi'nce oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin bir tür kollarıydı. Adı geçen komiteler, yerli halklar, halk arasında etkisi olan büyük çiftlik sahipleri, sanayiciler ve müftü, kadı gibi mollalar, İttihat ve Terakki Fırkası'nın silah kullanmayı bilen üyeleri ve zorba ağalar arasından seçilerek, merkezin ve İttihat ve Terakki Fırkasının yerel 'sorumlu sekreterlerinin' atama ve talimatlarına göre belirlenen kişilerden oluşuyordu. Savaş sırasında bulundukları şu veya bu şehirde kötü çalışan İttihat ve Terakki Fırkası sorumlu sekreterleri, başka şehre gidince oradaki vilayet komitelerinde çalışmaya başlıyorlardı.

Bu vilayet komitelerine, kırsal bölgelerde oluşturulmaya devam eden Kuvva-ı Milliye temsilcileri de katılıyordu. Vilayet komiteleri giderek güç kazanmaya, yetkilerindeki bölgelerde zulüm yapmaya yönelmiş, baskıya ve kaba güce dayanan etkilerini ve ellerindeki kuvva-i milliye birliklerini, işlerine gelmeyen kaza amiri, vali, kadı ve eski İmparatorluk ordusundan komutan ve subayları değiştirmek, hatta bazen tutuklamak ya da kaçmak zorunda bırakmak için kullanmaya başlamışlardı. 1919 yılının Ekim ile Aralık ayları arasında parlamento seçimleri yapıldı. Sivas'ta Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin, İstanbul'da Milli Kongrenin atadığı kişiler, kuvva-i milliyenin silahlı tehdidi altında, her biri elli bin vatandaşın oyuyla seçildi.”25

Mart 1920'de, İstanbul'un İtilaf devletlerince işgali resmiyet kazandı. Meclis-i Mebusan feshedildi, Sivas Kongresi'nin ardından Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin iktidara gelmesinin ardından istifa etmiş olan Damat Ferit Paşa yeniden hükümet kurmakla görevlendirildi. Bu noktada İngiliz güçlerinin desteği ile Kuvva-i İnzibatiye isminde, ayrıca Halifelik Ordusu olarak da anılan bir askeri birlik kuruldu. Ayrıca İstanbul'daki İttihatçılara yönelik, daha önceki döneme kıyasla daha kuvvetli bir tutuklama dalgası başladı. Nevşirvanov bu süreci şu şekilde ifade edecekti:

“Mebusların bir kısmı Anadolu'ya geçerek kurtuldu. En sessiz kalanlar veya hareketlerinde en kurnaz davrananlar İstanbul'da kalmayı başardı. İstanbul'dan kaçanlar, artık kendi etrafında birçok subay ve silahlı birliği toplamayı başarmış olan Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşa ile birleşince, Anadolu'da çalışabilecek yeni meclisi toplamak hiç de zor olmadı. Bunun için gerekli teşkilatlar artık hazırdı: Her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Vilayet Komitesi vardı ve bu komiteler büyük tüccar, sanayiciler, çiftlik sahipleri ve yüksek mevkideki mollalar ve ağır basan komitacılar, onların yanı sıra, henüz dağıtılan parlamento için bu vilayet komitelerince seçilmiş ikinci seçmenlerden oluşuyordu. Paşaların emrinde son derece yetenekli, etkin ve zeki subaylar vardı. 23 Nisan 1920'de çalışmaya başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, işte bunların büyük bir kısmı, her kazadan beşer kişi olmak üzere, ek milletvekili olarak atanarak ve İstanbul'dan kaçmış mebuslardan oluşuyordu.”26

Gerçekte, Mustafa Kemal'in başını çektiği Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni, TBMM'yi kurmaya iten, İstanbul'un işgalinin resmiyet kazanmasıydı. Bu, ilkin milliyetçilerin İstanbul Hükümeti'ni ele geçirme şansı verilmeyeceğini gösteriyordu. Ayrıca Kuvva-i İnzibatiye'nin kurulması, aynı zamanda halife olan padişahın özellikle Konya gibi geri bölgelerde güçlü olan etkisinin artık kesin olarak İttihatçılara karşı kullanılmakta olduğu, dolayısıyla milliyetçilerin Vahidettin'e karşı da bir tavır almasını gerektiriyordu. Kuvva-i İnzibatiye, milliyetçiler için ciddi bir tehdit teşkil edecekti. Faaliyete geçmeşinin ardından başına Ahmet Anzavur'un geçeceği Kuvva-i İnzibatiye, 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı alacak ve buradan Anadolu'ya doğru ilerlemeye çalışacaktı.27 Bu arada, Haziran ayında, Vahidettin'e Sevr Anlaşması sunulacaktı. Anlaşma bir hayli ağır koşullar dayatmaktaydı; zira İngiltere ve Fransa, Kuvva-i İnzibatiye'nin Anadolu genelinde TBMM karşıtı işgallerle karşılaşacağını ve kolaylıkla kazanacağını umuyorlardı.28

Beklendiği gibi Anadolu'nun pek çok yerinde ayaklanmalar patlak verdi fakat Kemal ve kurmaylarının askeri gücünün beklendiği kadar zayıf olmadığı kısa süre içerisinde ortaya çıkacaktı. Dahası, Kemal'in başını çektiği milliyetçi hareket, dağınık çetelerden güçlü bir burjuva hareketi haline gelmişti, ki bu yeni olanaklara kapı açıyordu. En önemli unsur ise Müttefik güçlerin birleşik cephesinin dağılmış olmasıydı. İtilaf devletleri arasında, Osmanlı topraklarının paylaşımında kendisine söz verilen yerleri alamamış bir devlet vardı. Bu devlet, kendisine tüm Ege ve Batı Akdeniz kıyıları sözü verilen, fakat Yunanistan'ın dengeleri değiştirmesiyle Batı Akdeniz ile yetinmek zorunda bırakılmış İtalya'ydı. Ziynetullah Nevşirvanov, alıntıladığımız yazısının bir dipnotunda şu ilginç noktayı vurgulamaktadır:

“Hareketin başlangıcında kendini henüz zayıf hisseden Kuvva-i Milliye ve TBMM isyanlardan, yani gericilik yatağı Konya'nın milli harekete katılmamasından endişeleniyordu. Ama aynı zamanda silaha ve askeri malzemeye çok büyük ihtiyaç vardı. Bu yüzden Konya vilayeti İtalyan askeri birliklerince (milli hükümet güçleninceye kadar) işgal edildi ve İtalya'dan, Antalya üzerinden silah ve cephane getirildi. TBMM hükümeti duruma hakim olmaya başladıktan sonra İtalyanlar birliklerini TBMM'nin 'aracısı'nın bulunduğu Anadolu'ya çekti ve İtalyan hükümetinin Enformasyon Dairesine bağlı Stefani Ajansı ile Anadolu Ajansı arasında anlaşma bağlandı.

1920 yılının ikinci yarısında TBMM hükümetinin eski içişleri kumandanı Sami Bey, resmi hükümetin temsilcisi olarak bulunduğu Roma'da, Roma ile Ankara arasındaki ilişkilerde arabuluculuk ediyordu. Basın müdürlüğü adına imzalanan bu anlaşmayla ilgili açıklamayı Basın Yayın Genel Müdürü Hamdullah Suphi, bir grup mebusun sorusu üzerine meclisin açık oturumunda yaptı ve bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ile arasında mücadele başladı. Mustafa Kemal anlaşmayla ilgili bu açıklamayı reddetti ve Hamdullah Suphi'yi yalancılıkla suçladı.

(...)

Anadolu Ajansının verdiği haberlerin büyük bölümünü Stefani'nin Rodos adası üzerinden sağladığı malumatlar oluşturuyordu. 1: İttihatçıların elebaşlarından biri olan Cavit Beyin Anadolu hareketinin ta başından beri Roma'da bulunması, 2: İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan İttihatçıların çoğunun Anadolu'ya İtalyan yardımıyla geçmesi ve 3: Malta'dan kaçan İttihatçıların Roma'da gizlenmesi ve benzeri hususlar, Anadolu hareketinin çok eskilerden ve özlü bir şekilde İtalya'ya bağlı olduğunu gösteriyor.”29

İleriki süreçte, TBMM'nin karşısındaki sorun, isyanlar ve firariler olacaktı. İfade ettiğimiz üzere, 1. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu'ndan yarım milyon asker firar etmişti, ve TBMM'nin kontrolündeki ordularda da firar sorunu çözülmüş değildi. İki sorun da benzer bir çözüm gerektirecekti. Çözüm baskıydı. Temmuz 1920'de TBMM firar sorunuyla ilgilenmek için İstiklal Mahkemelerinin açılmasını tartışmaya başlayacaktı. Bu arada, Kuvva-i Milliye çetelerinin kolaylıkla düz haydutluğa kayan, düzensiz birliklerden oluşması da problemler yaratıyordu. Yaz boyunca ordudan firar edenlerinin sayısının artması sonucu, 1920'nin Eylül ayında İstiklal Mahkemeleri açıldı ve bu mahkemelere firarilerle ilgili sınırsız yetki verildi. İki hafta sonra Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkartılarak mahkemelere bu davalara bakma yetkisi de verilecekti. İstiklal Mahkemelerinin uyguladığı terör etkili olduğu kadar korkunçtu. Yüzlerce asker kaçağı idam edildi, binlercesine kürek cezası, hapis cezası ve meydanlarda kırbaçlanma cezası verildi. Kemalistlerle Yunan ordusu arasında gerçekleşen en ciddi savaşlardan biri olan Sakarya Savaşı'nda 120,000 asker toplanacak olması, baskıların sonuç verdiğini gösteriyordu. Buna rağmen, bu savaşta dahi, 10,000 asker firar edecekti.30

1. Dünya Savaşı sonrası koşullar, Anadolu'da Kemalist hareket olarak anılacak bir milli kurtuluş hareketinin oluşumuna yol açacaktı. Tamamen burjuva bir hareket olan, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski egemenlerinin bir kesimince yönetilen bu hareket, 20. yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde baş gösterecek ulusal kurtuluş hareketlerinin bütün tipik özelliklerini gösteriyordu. Her ne kadar TC'nin kurucu efsanesine göre bu hareket “yedi cedde karşı anti-emperyalist bir destan” olsa da, gerçekte Mustafa Kemal ve arkadaşları, mümkün olur olmaz ilk anlaşabilecekleri emperyalist devletle işi pişirmekten rahatsızlık duymayacaklardı. Kemalist ulusal kurtuluş hareketi, Rosa Lüksemburg'un 1915'te Junius Kitapçığı'nda ifade ettiği görüşleri harfi harfine doğrular nitelikteydi:

“Emperyalizm herhangi bir veya bir grup devletin ürünü değildir. Sermayenin dünya ölçeğindeki gelişiminin belirli bir olgunluk aşamasının bir ürünü, doğal olarak uluslararası niteliğe sahip bir durum, sadece bütün kapitalizmin bütün ilişkilerinde tanınabilecek ve hiçbir ulusun dışında olamayacağı bölünmez bir bütüntür.

(…)

Günümüzde ‘ulus’ kavramı, emperyalist emelleri gizleyen bir pelerinden, emperyalist düşmanlıkların savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşlarda yem olmaya itecek son ideolojik araçtan başka hiçbir şey değildir.”31

Gerdûn

1Kivrikoglu, Hüseyin ve Edward J. Erickson. Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War. Greenwood Publishing Group, 2001, s. 211

2http://en.wikipedia.org/wiki/Ww1_casualties

3 “Erzincan Şurası: Halklar Arasında Savaşa, Sınıflar Arasındaki Barışa Son!” Tarihte Dört Ekim! Bir Muzaffer Devrim! Proleter Devrimci KöZ 29. Aralık 2005

4Dilber, Orhan. “Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?” <www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf> s. 21

5Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-ve...

6Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-ve...

7http://en.wikipedia.org/wiki/Occupation_of_Constantinople

8http://en.wikipedia.org/wiki/Occupation_of_%C4%B0zmir

9http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCrriyet_ve_%C4%B0tilaf_F%C4%B1rkas%C4%B1

10http://tr.wikipedia.org/wiki/Damat_Ferid_Pa%C5%9Fa

11Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 16

12http://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27ndaki_siyasi_partiler_listesi

13Burak, Durdu Mehmet. “Osmanlı Devleti'nde Jöntürk Hareketinin Başlaması ve Etkileri”. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1271/14637.pdf s. 18

14Dilber, Orhan. Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı? <www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf> s. 21-22

15Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 79

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 109

17Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 19-20

18Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115

19Akşin, Sina. “Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi”, İmaj Yayıncılık, s. 110

20http://tr.wikipedia.org/wiki/Amasya_Genelgesi

21tr.wikipedia.org/wiki/Refet_Bele

22Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20-21

24http://tr.wikipedia.org/wiki/Erzurum_Kongresi

25Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115-6

26Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 117

27http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuva-i_%C4%B0nzibatiye

28http://en.wikipedia.org/wiki/Treaty_of_S%C3%A8vres

29Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 118

30Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-ve...

31Lüksemburg, Rosa. Junius Pamphlet. <http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1915/junius/ch07.htm>


Kemalizme Karşı Komünizm (2)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat













İstanbul'da Sosyal Demokrasi ve Komünizm

1918'de Osmanlı İmparatorluğu ile Müttefik devletler arasında Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalanmasının ve İttihatçı hükümetin düşmesinin ardından, Birinci Dünya Savaşı döneminde İstanbul'dan sürgün edilmiş veya kaçmak durumunda kalmış pek çok muhalif isim, şehre dönme olanağı buldu. Bu kişiler arasında savaş öncesi dönemde şu veya bu şekilde sosyalist düşünceleri savunmuş kesimden hayatta kalanların çok büyük bir kısmı da yer almaktaydı. Ayrıca, savaş esnasında çeşitli Avrupa ülkelerine gönderilmiş olan aydın ve işçilerin kimileri, o ülkelerde sosyalist görüşlerle tanışmıştı ki savaşın ardından onlar da İstanbul'a döneceklerdi. Savaş esnasında gayrimüslimlere, özellikle de Ermenilere yapılanlar nedeniyle, Müslüman kökenli sosyalistler İstanbul'a gayrimüslimlerden büyük ölçüde daha çabuk dönebilmişlerdi. Zaten sayıca az olan Müslüman sosyalistleri içindeki sol eğilimin en öne çıkan ismi Baha Tefvik'in 1914'te ölmüş olması da, sayıca daha çok olan ve bir adım önde olan Müslüman kökenli sosyalistlerinin ve yaratacakları örgütlenmelerin görüşlerinin Avrupa sosyal demokrasisi çizgisinde olmasına neden olacaktı.

İlk kurulan parti, etrafında topladığı ufak bir aydın çevreyle savaş öncesi dönemde yasal bir sosyal demokrat parti kurmaya çalışan ama başarılı olamayan eski İttihatçı, ayrıca mason Dr. Hasan Rıza'nın 1918'in sonlarına doğru kurduğu Sosyal Demokrat Fırkasıydı. 1919 yılı başlarında yayınlanan program ve beyannameye göre, partinin amacı işçilerin çalışma hayatının düzenlenmesi, sendikalar içinde örgütlenmeleri, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirmesi ve sosyal haklara sahip olmalarıydı.1 Bu parti 2,000 kişilik2 bir kitle elde etmeye başaracaktı, fakat yeni dönemin örgütlerinden en güçlüsü Sosyal Demokrat Fırkası değil, sürgünden dönen Hüseyin Hilmi'nin eski partisi Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın devamı olarak 1919'un Şubat ayında kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası olacaktı.3 Hüseyin Hilmi'nin partisi, hem geçmişteki varlığı hem de erişeceği gücün etkisiyle, koşullardan dolayı merkezden kopuk olsalar da İstanbul dışında şubeleri olacak tek sosyal demokrat teşkilattı. Bu yapının üye sayısı, en güçlü olduğu dönemde İstanbul'da 14,000'i bulacaktı.4

Hüseyin Hilmi'nin partisinin, savaş öncesi dönemde aynı adını taşıyan ve üyelerini Osmanlı sosyalist hareketinin sol kanadını oluşturan militanlarının partisiyle herhangi bir ilgisi yoktu. Hüseyin Hilmi eski çizgisini devam ettirmekteydi. Dahası, Hüseyin Hilmi, sürgündeyken, dönünce Şeyhülislam olacak Mustafa Sabri Efendi gibi Hürriyet ve İtilafçılarla dost olmuştu ve şimdi iktidarda olan bu partiden arkadaşları Hüseyin Hilmi'yi koruyup kolluyorlardı.5 Hüseyin Hilmi'nin partisinin güçlenmesinin nedenleri arasında, onun mevcut Osmanlı hükümetiyle yakınlığı, ve belki bu yakınlık sayesinde daha büyük güçlerle kurabildiği ilişkilerini göstermek mümkündür. Öte yandan şunu de belirtmek gereklidir ki bu tutum, Hüseyin Hilmi'nin partisinin ancak mevcut dönem içerisinde benzer ideolojilere sahip diğer partiler arasından öne çıkabilmesini sağlamış olabilir. Mondros Anlaşması sonrası İstanbul'u kontrol etmekte olan devletler, şüphesiz sosyal demokrasinin savaş seferberliğinde kendilerine nasıl bir hizmet sunduğunu unutmamışlardır. Bu güçlerin, ciddi bir sınıf mücadelesi tarihi olan İstanbul'da savaşın ardından, Avrupa'nın pek çok ülkesinde olduğu benzeri bir işçi kalkışması olabileceğini düşünmüş, ve böylesi bir hareketi kontrol altında tutmak için Hüseyin Hilmi'nin partisinin hayatını kolaylaştırmış olmaları gayet olasıdır.

Hüseyin Hilmi'nin partisinin ideolojisinde, Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın çizgisiyle büyük ölçüde aynı kalmıştı, öte yandan detayları bakımından İkinci Enternasyonal'in çizgisini daha net bir biçimde ifade etmekteydi. Bu, en net biçimiyle, Hüseyin Hilmi'nin partisinin yayın organı İdrak'ın ilk sayısında Ferdinand Lassalle ve Karl Marks'a övgüyle atıfta bulunulmasında görülmekteydi:

“1860 tarihlerine doğru sosyalist fikir ve akımları, başta ortaya çıktıkları Fransa'da sönmeye başlamışlardı. 1848 Devrimi'nden sonra, Fransa'da iktidar konumuna gelen sosyalist görüşten birçok devlet büyüğü, fikirlerini uygulamaya başlamış ve neticede başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum karşısında pratiğin hayatını sürdürmesi için yeni bir güç keşfetmek, görüşü daha bilimsel, daha metin temellere dayandırmak gerekiyordu.

Bu fevkalade zor görevi gerçekten harkülade denecek tarzda yerine getirmeyi başaracak iki kişi yetişti: Karl Marks ve Lassalle.

Bu iki zat, Fransız sosyalistlerini temizlendirdiler. Her ikisi de burjuva sınıfa mensup, gayet iyi eğitim görüş, iktisat dünyasına hakim, aydın kişilerdi. Görüşlerini duygular ve inançlar üzerine değil, hesaplar ve gerçekler üzerine inşaa ediyor, fikirlerini mantıktan, felsefeden ziyade, iktisattan, istatistikten alıyorlardı.

Saptadıkları ve savundukları pratik, bugün övünç kaynağıdır. Yalnız sosyalistler değil, bütün insaniyet bu iki dahiyi takdir ediyor. Bu iki kişi bugünkü sosyalizmin gerçek kurucularıdır.”6

Bu tutum İkinci Enternasyonal'in hem Marks, hem Lassalle'a yönelik genel görüşlerinin bir özeti ve Marks'ın görüşlerinin nasıl çarpıtıldığının bir örneği gibiydi. Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın en önemli ideolojik kaynaklarından olan Fransız sosyalisti Jean Jaures de, İdrak gazetesinin sayfalarında övülüyor, hatta yüceltiliyordu:

“Fransız sosyalizminin kurucusu ve yöneticisi olan Jean Jaures, yalnız kendi ülkesine, kendi Partisine değil, belki bütün insanlığa gıyaben şeref veren dehalardan biriydi (...) Fransa, savaşın bütün acılarına rağmen tam beş sene bu soylu evladının kaybına ağladı. Onu, onun verdiği hizmetleri unutmak şöyle dursun, her fırsatta tekrar tekrar yüceltildi.”7

Bununla birlikte, fakat aslında İkinci Enternasyonal'in tutumuyla da uyumlu biçimde, ülke durum ve koşulları ile sosyalizm anlayışı birleştirilmekteydi. İdrak gazetesinin ilk sayısının başyazısına göre:

“Türkiye, ezelden beri bir sosyalist ülkesidir ve şeriatın hükümleri bir sosyalist düsturdur. Müslüman Osmanlı İmparatorluğu'nda şeriatın hükümleri uygulanıyordu ve sosyalist düsturuna uyuluyordu. Bu sebepten millet bolluk ve mutluluk içinde yaşamıştı. Demek ki sosyalist şeriat hükümleri uygulanırsa, memleket yine bolluğa ve mutluluğa ulaşabilecektir.”8

Bir yandan İkinci Enternasyonal'in bilimsel sosyalizmine atıfta bulunurken bir yandan sosyalizm ile Müslümanlığı, hatta şeriatı bağdaştırma çabası, her ne kadar çelişkili gözükse de esasında bu yaklaşım İkinci Enternasyonal'in din konusuna dair tutumuyla uyumluydu. İkinci Enternasyonal'in pek çok partisi içerisinde özellikle Hristiyanlıkla sosyalizmin bağdaştıran kesimler uzun süredir yer almaktaydı. Bu minvalde bu yaklaşımın İkinci Enternasyonal tarihine damgasını vuran oportünizmle tamamen uyumluydu. Peki Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışı teoride ve pratikte ne minvaldeydi? Partinin kuruluş beyannamesi bu konuyu netleştiriyordu:

“İnsanlar arasında gerçek eşitliği temin etmek, fakir halkı refah ve mutluluğa eriştirmek gibi bir yüksek bir fikri barındıran uğraşımız aynı zamanda ahlaki ve siyasi bir inançtır.

İslam dini de sosyalizm esaslarını gerçekten taşır. Türk gelenekleri de birçok sosyalist fikirleri içinde barındırmıştır.

Şimdiye kadar ülkemizde ihmal edilen bu yüce uğraşı gerçekleştirmek için Türkiye Sosyalist Fırkası Kurulmuştu.

Faaliyetimizi, ülkenin durumunu, bölgedeki gelişmeleri ve halkın zihniyeti ve kişiliğini temel alarak belirledik ve düzenledik.

Programımızda bulunan genel reformların gerçekleştirilmesine katılıkla çalışarak, özellikle bir 'İşçi ve Çalışma Bakanlığı' kurularak işsizlere iş bulmak görevinin hükümetçe kabulüne gayret edeceğiz.”9

Net bir biçimde görüleceği üzere, Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışında, İkinci Enternasyonal partilerinin genelinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir devrimle iktidarı alması, dünya devrimi ve komünist bir dünya gibi bir yaklaşım yoktu. Yönelim, mevcut hükümetin belli reformları uygulamasını sağlamaya çalışmak olarak belirlenmişti. Ayrıca tabii ki, tüm İkinci Enternasyonal partileri gibi, Hüseyin Hilmi'nin partisi de milli geleneklere atıfta bulunmayı ve sosyalizmin bu geleneklerle ne kadar uyumlu olduğunu iddia etmeyi ihmal etmemişti. Zamanında Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın Paris şubesini kurmuş olan Refik Nevzat'ın savaşın ardından Hüseyin Hilmi'yle ilişkilerini tazelemesiyle birlikte, bu parti yeniden toparlanan İkinci Enternasyonal'in Türkiye'deki resmi üyesi sayılacak, Refik Nevzat'ın Paris'teki grubunun üyeleri, Hüseyin Hilmi'nin partisinin temsilcileri olarak İkinci Enternasyonal kongrelerine katılacaklardı.10

Refik Nevzat'ın Partis'teki sosyalist grubuyla Hüseyin Hilmi'nin yeniden kurduğu partisi arasındaki ilişkiyi kuran, Mustafa Kazım isimli bir işçiydi. Memleketinden dolayı sıkça Vanlı Kazım diye de anılan bu kişi, 1914'te teknik okulda eğitim görmek için Paris'e gitmiş, fakat savaş başlayıp kendisine para gönderilemez olunca orada Renault fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamış ve sendikaya katılmış, bir yandan da sosyalist fikirlerle ve Refik Nevzat'ın grubuyla tanışmıştı. Kendi ifadesine göre bu noktada marksizm bilgisi yoktu, sosyalizmin ne olduğuna dair kılavuzu ise Refik Nevzat ve onun söylediklerine dair kendi akıl yürütmeleriydi. Refik Nevzat, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'de yeni bir parti gördüğünü öğrenince, İstanbul'a bu partiyle anlaşması için bir temsilci gönderilmesi gerektiğini söyledi. Mustafa Kazım da, zaten İstanbul'a gideceği önceden bilindiği için temsilci seçildi.11 Gelecekte komünist hareket içerisinde önemli rol oynayacak olan Mustafa Kazım'ın 1919'un ortalarında Hüseyin Hilmi ile ilk tanışmasına dair anlattıkları, bu partinin işleyişini göstermesi açısından önem taşımaktadır:

“Masanın üzerindeki boş rakı şişesiyle leblebi tabağını çabucak masanın gözüne koydu. Masanın başındaki sandalyeye beni buyur etti ve kendisi de bir sandalye ile karşıma oturdu.

Karşılıklı bakıştıktan sonra gelişimin sebebini şöyle anlattım: 'Ben Paris'te bulunan Türklerin teşkil ettiği bir sosyalist grubun tam yetkili bir temsilcisiyim, buyrun itimatnamemi okuyun' dedim ve itimatnameyi verdim. Hilmi Bey itimatnameyi dikkatle okuduktan sonra bana baktı ve 'şimdi karşılıklı bir parti arkadaşı gibi konuşalım' dedi ve ilave etti: 'Biz burada partiyi yaşatmak için çeşitli zorluklarla mücadele etmekteyiz. Partiyi ve gazetemizi yaşatmak için yeter paramız yok. Partiye üye kazandırmak için gazetemizin devamlı ve uyarıcı yazılarla çıkması lazım. Bunun için çok paraya ihtiyacımız var. Sizin Paris grubunuz bize ne kadar para yardımı yapabilir?' Bu sözü üzerine dikkatle Hilmi'nin yüzüne baktım ve 'Hilmi Bey, benim görevim bu partinin iç ve dış durumunu öğrenmek ve grubumuza detaylı bir rapor göndermektir. Söylediklerinizi de yazacağım. Oradan gelecek cevaba göre ileride konuşuruz. Şimdilik partinin çalışma ve etki durumunu etraflıca öğrenip bildireceğim' dedim. Hilmi Bey, 'artık burada çalışalım' dedi ve bir gün sonra çıkacak gazeteye konmak üzere benden Avrupa sosyalizmi ve prensipleri hakkında bir yazı ve bir de fotoğrafımı istedi. Bunları hazırlayıp verdim fakat yayınlanan gazetede yazım sansür edilerek çıkmamış ve yalnız fotoğrafım çıkmıştı. Katip Fazıl Bey'e sordum: 'Benim yazımı neden sansür ettiler?'. 'İşgal altındayız, sosyolojiye uygun olsa da sert ve ciddi yazılar işlerine gelmiyor' dedi.
(...)
Bu sosyalist partisinden ciddi bir iş beklenemezdi.”12

Hüseyin Hilmi, kişisel hırsları da bir hayli güçlü bir isimdi ve partisi içerisinde adeta bir diktatör gibi egemenlik sürmek istemekteydi. Bu tutumu, partinin çektiği kimi aydınlarda kısa bir süre içerisinde rahatsızlıklar yaratacak, kimi aydınlar partiden kopacaktı. 20 Temmuz 1919'daki kongrede benimsenecek parti tüzüğünün birinci maddesi şöyleydi:

“Fırkanın ünvanı Türkiye Sosyalist Fırkası olup kurucusu Hüseyin Hilmi arkadaş fırkanın tam yetkilisi ve daimi lideridir.”13

Bu kongrenin ardından parti bütün bu sıkıntılara rağmen ciddi bir güç kazanacaktı. Hüseyin Hilmi'nin partisinin ciddi bir güç kazanmasının birbiriyle bağlantılı iki nedeni vardı. İlki bu dönemde İstanbul işçi sınıfının belirli kesimlerinde ciddi bir hareketlenme olması ve grevler gerçekleşmesi, ikincisi ise bağlantıları nedeniyle Hüseyin Hilmi'nin bu grevlere pratik bir destek sunabilmesiydi. 1919'un Ekim ayında, Haliç'te Bahriye Nezareti'ne bağlı tershaneler gibi fabrikalarda, 1300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir greve sözcülük etmesinin ardından, 1920'de Hüseyin Hilmi nereden geldiği bilinmeyen paralarla en önemlisi tramvay işçilerinin grevi olmak üzere, deri fabrikaları ve tershanelerdeki grevlere katılan işçilere mali yardım etmeye başlayacak, bu da greve gitmek isteyen işçilerin Hüseyin Hilmi'nin partisinden yardım istemesine neden olacaktı. Bu durumun sonucu olarak Hüseyin Hilmi ciddi bir üne kazanacak, grevlerde işçilerin temsilcisi olarak müzakere yapmaya başlayacak, grevlerin kazanılmasıyla partisine de binlerce işçi akın akın katılacaktı. Grevlerin gerçekleştiği işletmelerin üst düzey yöneticilerinin de gözleri korkacak ve bu kişiler de, yüklü bağışlar karşılığı partiye girmeye başlayacaklardı. Toplanan paralarla parti genel merkezi olarak bir konak, Hüseyin Hilmi'ye ise armalı, kırmızı bir otomobil alınacaktı.14 Başta Tramvay işletmeleri olmak üzere Hüseyin Hilmi'nin yardım ettiği grevlerin büyük çoğunluğu, Fransız sermayesinin egemen olduğu şirketlerde gerçekleşmişti ve bu noktada Fransızlarla araları açık olan İngilizler Hüseyin Hilmi'nin partisini desteklemişlerdi.15 İngilizlerin bu tutumu, Fransız sermayesinin işlerini dolaylı olarak bozmak için olduğu kadar, grevleri kontrol altında tutmak için benimsendiğini söyleyebiliriz.

Bu dönemde İstanbul'da kurulmuş sosyalist partilerden bir diğeri Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası olacaktı. Resmi kuruluş tarihi 22 Eylül 1919 olan bu parti, Temmuz ayının sonlarında resmi makamlara parti açmak için başvuru yapmıştı. Bu partinin kökenleri 1919'un Mayıs ayında, Almanya'da, Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası adıyla atılmıştı.16 Almanya'daki parti, 1919'un başlarında, Alman Devrimi'nin etkisiyle sosyalist fikirlerin etkisi altına giren Türk aydınlarınca kurulmuştu. Bu çevre, bu dönemde Almanya'da Kurtuluş isminde bir yayın başlatmıştı.17 Her ne kadar bu çevreye, Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches'in başını çektiği Spartaküs Birliği'ne atıfta bulunarak Türk Spartakistleri denilmiş olsa da, bu doğru bir yakıştırma değildi.18 Ziynetullah Nevşirvanov'un, 1923'te bu çevrenin en önde gelen ismi Ethem Nejat'a dair yazdığı anma yazısında ifade ettiği üzere, bu partinin kökenleri komünistlerle alenen karşı-devrimci sosyal demokratlar arasında orta yolu bulmaya çalışan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi'ndeydi.19 Kurtuluş dergisinin ilk sayısı da, Alman bağımsız sosyalistlerinin arada kalmış çizgisini yansıtır nitelikteydi. Bir yandan derginin giriş yazısında şöyle ifadeler bulunmaktaydı:

“Her tarafta duyulmakta olan gürültü, yıkılmakta olan şeyden geliyor: kapitalizm... Türkiye proletaryası, dünyadaki bütün kardeşleriyle beraber muhakkak bir yarını dört gözle bekliyor.”20

Kapitalizmin yıkımını ve dünya genelinde ortak bir geleceği öngörmesiyle, bu çevre diğer sosyal demokrat çevrelerden ayrılmaktaydı. Bununla birlikte yine aynı sayıda, partinin önde gelen ismi Ethem Nejat'ın yazdığı bir yazıda şu ifadelere yer verilmekteydi:

"Nüfusumuzun yüzde doksan beşi proletarya olan Türk'ün, menfaat ve refahını sosyalizmde araması pek makul ve doğru bir çaredir."21

Burada hem genel anlamıyla sosyal demokrat çizginin, hem de İstanbul'daki İkinci Enternasyonal çizgisindeki yapıların da paylaştığı, sosyalizmi milli çıkarlarla uzlaştırma eğilimini netçe görmek mümkündü. Bu tutum ve üslubun Ethem Nejat'ın geçmişindeki Türkçülüğün bir sonucu olduğunu söylemek haksızlık olur. Bu ifade, bütün çevrenin görüşlerini yansıtmaktaydı. Yine Kurtuluş dergisinin ilk sayısında yayınlanan bildirgede, Türk ulusunun düşman işgalinden kurtuluşu, yurtseverlik ve Türk milliyetçiliği, dünya işçi sınıfının sermayeden kurtalışıyla özdeşleştirilmek suretiyle marksizm ve enternasyonalizm kılıfına sokulacaktı.22 Bu çevrenin üyeleri, yayınlarının ilk sayısını çıkarttıktan sonra büyük bir heyecanla İstanbul'a döneceklerdi.23

Kurtuluş çevresi İstanbul'a döndükten sonra bu çevreye benzer şekilde farklı ülkelere giden ve bu ülkelerde sosyalizmden etkilenenler arasından katılanlar oldu. Bu kişiler arasında en öne çıkan isim, savaş yıllarında Fransa'da eğitim görmüş ve sosyalist fikirlerle burada tanışmış olan Dr. Şefik Hüsnü'ydü. Almanya'da kurulan partinin ismine 'sosyalist' isminin eklenmesi de, Şefik Hüsnü'nün etkisiyle gerçekleşecekti. Bununla birlikte ilk aşamada partinin genel görüşlerinde ciddi bir değişiklik yoktu. Şefik Hüsnü'nün etkisi, ilk kongresinde partinin genel sekreteri seçilmesinden anlaşılmaktaydı.24 Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin en önemli özelliği, bol miktarda aydından oluşan ve neredeyse tamamı üst sınıflardan gelen bir yapı olmasıydı. Hiçbir zaman resmi olarak parti başkanı konumunda olmasa da, partinin bu dönemde en önde gelen ismi Ethem Nejat'ın içerisinde bulunduğu yapıyı bir aydın örgütü olarak nitelendirmesi şaşırtıcı değildi. Bu nedenle, özellikle Ethem Nejat'ın etkisiyle partinin 1919'da İstanbul'daki çalışmaları, İstanbul'daki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin hepsini tek bir çatı altında toplamaya yönelikti. Ethem Nejat'ın temel kaygısı, içerisinde bulunduğu aydınlar örgütünden daha çok halk yığınları örgütleri olarak gördüğü Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası ile uyuşmaktı. Bu çabalar başarısız olacaklardı.25 Burada, diğer sosyal demokrat partilerin şeflerinin mutlak egemenliklerini yitirmeme istekleri; Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin belirli üyelerinin ise aydın kökenlerinden gelen ve gelecekte de sergileyecekleri belirli tutumlarının etkili olduğunu tahmin edebiliriz. Her halükarda, bu çabaların başarısızlığı sonucu parti üyelerinin bir kısmı, Anadolu'da yükselmekte olan ulusal kurtuluş hareketine katılmak üzere yola çıkacaklardı.26 Bu kişilerin neredeyse hepsi kısa veya orta vadede sosyalizmle ilişkilerini keseceklerdi, ve özellikle partinin Anadolu'ya geçen üyeleri arasından önemli milletvekilleri, devlet adamları ve bürokratlar çıkacaktı.27

Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın kurucuları, savaş öncesi dönemde İkinci Enternasyonal'in görüşlerinden etkilenmiş kişilerin, koşullar yeniden faaliyete elverişli olunca ortaya çıkmalarının bir ürünüydü. İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın görüşlerinin kökenleri, temelde İkinci Enternasyonal çizgisiyle, Ekim Devrimi ile başlayan uluslararası devrimci dalganın şekillendirdiği komünist düşünce arasında kalan eğilimden geliyordu. Bu dalga çok kısa süre içerisinde dünya işçi hareketi içerisinde devrimci bir zemine sahip olanlar arasında inanılmaz bir güç kazanacaktı. Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın yöneticileri, böylesi bir zemine hiçbir zaman sahip olmamışlardı – onların sosyalizminde anlayışlarında devrime yer yoktu ve eğer başlangıçta sınıf mücadelesi ve sosyalizmle bir alakaları olmuşsa, savaş sonrası dönemde savundukları çizginin Enternasyonal'i ile birlikte bu çizgiyi tamamen yitirmişlerdi. İşçi ve Çiftçi Fırkası ise, uluslararası devrimci dalganın etkisine bir noktaya kadar açıktı, fakat bu çizginin kökenlerinde, etkilendiği Alman bağımsız sosyalistlerinin oportünizmi ve orta yolculuğu vardı ki bu hareketin geleceğine de damgasını vuracak olan bu özellik, şimdilik partiyi komünist siyaseti benimsemekten alıkoyuyordu.

Öte yandan Ekim Devrimi ve uluslararası devrimci dalganın gölgesi, İstanbul'a yetişecek kadar uzundu. Savaş öncesi dönemde, uluslararası sosyalist hareketin sol kanadında bulunan eğilimden gelenler, dünya genelinde devrimci ilkelere bağlı sosyalistlerin Ekim Devrimi'ne duydukları heyecanı paylaşmış ve komünist olmuşlardı. Savaş öncesi dönemde bu eğilimin üyelerinin çok büyük kısmını gayrimüslimler oluşturmaktaydı. Gayrimüslimlere yönelik soykırım nedeniyle bu eğilim ciddi bir dağılma yaşamıştı ve toparlanabilmesi daha güç olacak, yaşadığı dağılma da ilk dönem faaliyetlerini etkileyecekti. Bu köklerden gelen ve İstanbul'da – aynı zamanda Türkiye'de – komünist siyaseti benimseyen ilk kişi Roland Ginzberg adında, ailesi Dobruca kökenli olan bir İstanbul Yahudisi olacaktı. Ginzberg, birinci dünya savaşı sırasında askere alınıp Arabistan'a gönderilmişti. Savaş sonrasında İstanbul'a dönüp Halkalı Ziraat Mektebinde bahçıvanlık yapmaya, aynı zamanda da öğrencilere bahçıvanlık öğretmeye başlamıştı.28 Ginzberg, büyük ihtimalle haberlerini aldığı Ekim Devrimi'nin etkisiyle İstanbul'a bir komünist olarak dönmüştü, ve 1918'in ikinci yarısında çalıştığı yeri merkez alarak komünist siyasi faaliyet yapmaya, belirli bir yapılanma örgütlemeye çalışmaya başlamıştı.29 Bununla birlikte, Ginzberg'in kimi eski yoldaşlarıyla buluşup bir grup toparlayabilmeleri 1919'u bulacaktı. Ginzberg bu süreci ve oluşan Komünist Grup ve faaliyetlerini şöyle açıklayacaktı:

“1919 hareketinde genel savaştan sonra hayatta kalabilen militanlar – ilk olarak 1909'dan beri ülkede devrimci sosyalist fikirleri propaganda etmiş ve mücedele yürütmüş olanlar, Rus devrimine ve III. Enternasyonal'e bağlılıklarını bildiren ilk komünist grup halinde teşkilatlandılar.
(...)
Bu grubun amacı işçi hareketine gerçek sınıfsal devrimci yolda rehberlik etmekti. İşe sendikalarda bir takım nüveler oluşturarak başladılar ve işçileri işkolu esasına göre yeniden teşkilatlandırmak, onlara sınıf bilinci kazandırmak, militan kadroları hazırlamak ve onları (...) genel bir emek konfederasyonu içinde birleştirmek amacı güttüler.

Bir haftalık gazete, broşürler, klüpler ve benzerleri çalışmaları boyunca bu grup tarafından kullanıldı. Bütün bunlar kendi güç ve olanaklarıyla yapıldı.”30

Komünist Grup illegal bir yapılanma olduğu için, tam kuruluş tarihini bilmiyoruz, bununla birlikte, ilk bildirgesinde Komünist Enternasyonal'e bağlılık bildirmesi, grubun kuruluşunu, Üçüncü Enternasyonal'in kurulduğu Mart 1919'un ertesine koyuyor. Ginzberg'in aktarımından da anlaşılacağı gibi Komünist Grup, özünde dönemin işçi hareketi içerisinde bir fraksiyon faaliyeti gerçekleştirecekti. Mevcut sendikalara dair yönelim, savaş öncesi dönemde devrimci sosyalist örgütün çevresinde bir devrimci sendikalar topluluğu olan Sendikal Birlik tarzı bir örgütlemek olacaktı. Sosyal demokrat partiler içerisindeki fraksiyon faaliyeti ise, bu partaları dağıtıp tabanlarını kazanmak biçiminde şekillenecekti. Komünist Grup'un üyelerini çok büyük ölçüde gayrimüslimler oluşturuyordu, dolayısıyla bu faaliyetlerin ilk başlayacağı nokta da gayrimüslimlerin ağırlıkta olduğu sendikalar olacaktı. Bununla birlikte, Komünist Grup bu çalışma üzerinden Müslüman kesimden kişilerle de ilişkilenmeye başlayacaktı, zira özellikle mevcut sosyal demokrat partiler içerisinde muhalif kesimler oluşmaya başlamaktaydı.

Komünist Grubun faaliyet yürüttüğü ve etki kazanmaya başladığı gayrimüslim ağırlıklı sendikalarla ilk temasa geçen Mustafa Kazım olacaktı. Bir yandan Sosyalist Fırka içerisinde çalışma yapmaya devam edecek olan Mustafa Kazım, büyük ihtimalle 1919'un ortalarında başlayan bu ilişkiye dair anılarında şunları anlatacaktı:

“İstanbul'daki işçi teşkilatlarını soruşturdum. Tramvay ve deniz işçilerini yokladım. Galata'da tamamıyla Rumlardan kurulu oldukça kalabalık bir teşkilat vardı. Oraya gittim, idare heyeti ile konuştum.

'Türk işçileri bize gelmiyor çünkü bütün konuşmalarımız Rumca oluyor ve bundan bize karşı soğuk davranıyorlar' demişlerdi. 'Oysa Türk işçilerini de burada görmek bizi memnun eder, siz buna bir çare bulursanız size elimizden gelen yardımı yapar, teşekkür de ederiz.'

'Ben her perşeme günü burada sendikacılık hakkında konferans vermeye başlayayım, bu suretle Türk işçilerini de yavaş yavaş alıştırırız.'

Bir müddet sonra sendika yönetim kurulu beni de memnuniyetle sendikaya kaydettiklerini söylemişlerdi.”31

Mustafa Kazım'ın yanısıra Hüseyin Hilmi'nin partisi içerisinde, daimi reise muhalefet edenlerden öne çıkan isimler arasında bir de Sadrettin Celal'i saymak gereklidir. Babası Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yapmış olan Sadrettin Celal, lise ve üniversiteyi okumak için Fransa'ya gönderilmiş, Sorbonne Üniversitesi'nden pedagoji diploması almış, siyasetle de Fransa'da tanışmıştı. Sadrettin Celal'in ilk benimsediği görüş sosyalizm değil, İsviçreli anarşistlerin etkisiyle anarşizm olacaktı. Sadrettin Celal, savaş sonrası döneme gelindiğinde, bu görüşlerden kopmuştu ve sosyalist argümanlarla anarşizmi eleştirmekteydi.32 Sadrettin Celal, Türkiye Sosyalist Fırkası içerisinde Hüseyin Hilmi'nin mutlak hükümdarlığını kırıp partiyi içeriden fethetmek istiyordu. Ayrıca Sadrettin Celal parti adına 1919 sonlarında gerçekleştirilecek seçimlere de katılacaktı.33 Hüseyin Hilmi'nin partisinde Mustafa Kazım'ın tabandan ve işçilerin desteğini kazanmaya çalışarak, Sadrettin Celal'in ise üstten ve Hüseyin Hilmi'nin diktatörlüğünden rahatsız aydınların desteğine dayanarak muhalefet ettiklerini tahmin edebiliriz. Mustafa Kazım ve Sadreddin Celal'in gelecekteki karşılaşmalarında birbirlerine karşı tutumları, geçmişte birlikte çalışmadıklarını gösterir nitelikte olacaktı.

Dr. Hasan Rıza'nın Sosyal Demokrat Fırkası içerisinde de muhalif unsurlar başgösterecekti. Bu isimlerden en öne çıkanı, bu dönemde İstanbul'da bulunan Ziynetullah Nevşirvanov'du. Nevşirvanov, siyasetle Rus Sosyalist Devrimci'lerinin yayınlarını okuyarak tanışmıştı ve savaş öncesinde okumak için İstanbul'a gelmişti. Savaş yıllarını İstanbul'da geçiren Nevşirvanov, savaş sonrasında Sosyal Demokrat Fırkası'na katılmıştı.34 Öte yandan bu noktada Nevşirvanov'un çizgisi, dönemin sosyalist hareketlerinin genel çizgisinden ayrılmıyordu. Nevşirvanov, Sosyal Demokrat Fırkası'nın merkez komitesindeydi. 1919'un Mayıs ayında yazdığı bir yazıda, milliyetçilikte şövenizme yönelen bir çizgi olduğunu ve bunun sosyalizme aykırı olduğunu ifade etse de, nihayetinde sosyalizm ile milliyetçiliği uzlaştırmaya çalışacaktı.35 Öte yandan, Nevşirvanov'un birkaç ay sonra İstanbul'a hemşerisi Şerif Manatov adlı kişinin Komünist Enternasyonal'in Türkiye'ye göndereceği ilk temsilcilerden biri olarak gelmesi Nevşirvanov'un siyasi geleceğini derinden etkileyecekti. Hayatına ve siyasi faaliyetlerine ileride daha detaylı değineceğimiz Manatov ve Nevşirvanov bu dönemde tanışıp birlikte çalışma yürütmeye başlayacaklardı.36 Nevşirvanov'un parti içi muhalefetinin, komünist görüşleri benimsediği bu noktadan sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nevşirvanov, İstanbul'daki sosyalist hareket içerisindeki deneyimini şu şekilde ifade edecekti:

“Bize deneyler; Sosyal Demokrat Fırkası Merkez Komitesi'nde, sosyal devrime ve işçi yararına ait geleneklerinin azınlıkta olduğunu göstermiştir. Bundan dolayı işçilerin sempatileri olduğu halde ilerletmek mümkün olamıyordu. Yalnız siyasi mevki ve çıkar için fırka kurulmasına katılmış olan Dr. Hasan Rıza (...) gibi büyük burjuvaların yamakları, uşakları ve küçük burjuva olmaya çalışan yardakçılar fırkanın emekçi yapıya sahip olmasına ve devrimci niteliğe bürünmesine engel olmaya çalışıyorlar, devrimci unsurları içerdeki savaşta yalnız bırakıyorlardı. Diğer taraftan Hüseyin Hilmi'nin diktatörlüğü altında yuvalanan Türkiye Sosyalist Fırkası için de aynı durumda aynı savaş sürüyordu.”37

Nevşirvanov, en nihayetinde oradaki milliyetçilere değil, komünistlere katılmak için Anadolu'ya geçmeden önce Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın İstanbul'daki üç sosyalist örgütü birleştirme çabaları esnasında Ethem Nejat ile karşılaşan Nevşirvanov, onunla iyi ilişkiler geliştirip, ortak çalışma yürüttü. Buna rağmen, Ethem Nejat'ın birlik fikirlerini çok anlamlı bulmuyordu. Nevşirvanov, o dönem bu çabaya dair düşündüklerini şöyle açıklayacaktı:

“Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi Etem Nejat yoldaşa göre de bir aydınlar örgütü olduğundan, daha çok halk yığınları örgütü olan Sosyal Demokrat ve Türkiye Sosyalist fırkalarıyla uyuşmak, birleşmek gerekti. Benim kanıma göre, böyle bir birleşme olmadığında, yığınları yeni fırkaya çekmek zor olacağı gibi, ötekiler içerisinde de, rehberleri arasındaki o 'yarı burjuva' çoğunluklarıyla işçi yararına pek büyük bir iş görmek mümkün olmayacaktı.”38

Umulan sosyalist birliğin gerçekleşmemesi ve ciddi bir kesimin milliyetçilere katılmak için Anadolu'ya geçmesi İstanbul'da kalan İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası üyeleri arasında hayal kırıklığı yaratacaktı. Buna rağmen bu parti, Ziynetullah Nevşirvanov'u olmasa da Sosyalist Fırkası içinde başını Sadrettin Celal'in çektiği bir grubu kazanmayı başaracaktı. Ayrıca bu hayal kırıklığı, büyük ihtimalle Nevşirvanov gibi unsurlarla tartışmaların da etkisiyle, başta Ethem Nejat olmak üzere, bu partinin çizgisi, tamamen komünist olarak tanımlanamayacak olsa da radikalleşecekti. Ethem Nejat, liberal Prens Sabahattin'le giriştiği bir polemikte şöyle yazacaktı:

“Dünyayı kapitalizmin boyunduruğundan kurtaracak olan ancak enternasyonal sosyalizmdir. Bütün dünyanın proletaryası, birbirini kapitalizmin köleliğinden kurtarmak için dayanışmak durumundadır

(...)

Ne bireycilik, ne de demokrasi. Tek başına değil, dünya kuvvetiyle ve enternasyonal teşkilatla ortak düşmana karşı çalışmak mecburiyeti karşısında ancak sosyalizm varlık gösterebilir.”39

Komünist Enternasyonal temsilcisi Şerif Manatov'un görüştükleri arasında Mustafa Kazım da vardı. Manatov, Mustafa Kazım'a hem Türkçe hem de şehirdeki askerlere dağıtmak için farklı dillerde bir dizi bildiri verecekti. Mustafa Kazım bu bildirileri dağıtacak, en nihayetinde İstanbul'dan kaçmak durumunda kalacak ve Rusya'ya gidecekti.40 İstanbul'daki radikal çevrelerden Rusya'ya gidecek olan yalnızca Mustafa Kazım değildi. Bu çevre içerisinde, herkesin devrimin yaşandığı ülkeyi görmek istediği bir ruh hali oluşmuştu. Bu noktada, İstanbul'daki komünistlerin genel çizgisi, Rus komünistlerinin, geçmişteki İkinci Enternasyonal dogmalarının ve İstanbul'un işgal altında olmasının etkisiyle, Anadolu'daki ulusal kurtuluş hareketini desteklemek noktasındaydı. Buna rağmen, bu dönemde İstanbul'da yaşayan komünistler ve bazı radikal sosyalistler Ankara'ya değil, Moskova'ya gitme hayali kurmaya başlamışlardı ve pek çoğunun bu düşü yakın veya orta vadede gerçekleşecekti. Öte yandan, hepsi karşılaştıklarından aynı derecede memnun olmayacaktı.

Gerdûn

1Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 84-87

2Ginzberg, Roland. "Ginzberg'den Komintern Doğu Sekreterliği'ne (25.2.1921)”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 37

3Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

4Ginzberg, Roland. "Türkiye İşçi Hareketi'ne Kısa Bakış”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 126

5Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

6Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 111-2

7Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 113

8Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 108

9Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 109-110

10Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 77

11Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 79-80

12Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83

13Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 76

14Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79-80

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 82

16Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

17Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

18Her ne kadar Almanya'da Spartaküs Birliği ve devrim saflarına katılan Türkiye kökenli göçmenler olduğu bilinse de, bu kişilerin Türkiye kökenliler olarak ayrı bir grup kurma girişimi olmamış gibi gözükmektedir.

19Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

20Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

21Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 302

22Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 297

23Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

24Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298, 306

25Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73-74

26Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 307

27Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 295, 307

28"Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 106

29Şişmanov, Dimitır. “Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi: Kısa Tarih (1908-1965)”. Belge Yayınları. 1978. s. 90

30Ginzberg, Roland. "Komünist Gruplar ve Devrimci Sendikalar”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 150 Burada şöyle bir not düşmek gereklidir ki gerek bu ifadeler, gerekse Ginzberg'in diğer yazıları kendisinin Osmanlı döneminde İstanbul'daki devrimci sosyalist örgüte aşağı yukarı başından beri faal bir biçimde katıldığını, hatta belki kurucu üyeleri arasında yer aldığını göstermektedir ki, alıntıladığımız diğer kaynaklara göre, bu yapının ilk kuruluşunda kurucular arasında ismi belirtilmeyen bir Yahudi vardır. Öte yandan kurucular arasında ismi geçen bu Yahudi, Ginzberg'den ziyade Parvus da olabilir.

31Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83-84

32Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 303

33Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79

34Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 107-8

35Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 74

36Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları“. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1975. s. 99

37Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

38Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

39Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 365, 367

40Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 84-87



Kemalizme Karşı Komünizm (3)
Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat













Komünist Enternasyonal ve Türkiye

1918'in Aralık ayının sonlarına doğru, Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) liderleri, işçi sınıfı için ölmüş olan İkinci Enternasyonal'e karşı yeni bir Enternasyonal kurulması için şartların olgunlaştığına karar verdiler. 24 Aralık 1918'de, Moskova'da radyodan bütün dünya komünistlerine, devrimci Üçüncü Enternasyonal etrafında birleşmeleri çağrısı yayınlandı. Çağrı Alman Devrimi'nin patlak vermiş olduğu yıllardı yapılmıştı ve Bolşeviklerin en önde gelen ismi Lenin, yeni Enternasyonal'in kongresinin Almanya'da, ya da en azından gizli olarak Hollanda'da yapılabileceğini umuyordu. Kısa süre içerisinde Almanya'da iç savaş koşulları oluşması ve Rusya'nın çembere alınmış olması bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. En nihayetinde, Üçüncü, veya Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi, 2 ile 6 Mart tarihleri arasında, 22 ülkeden 35 örgütün 51 temsilcisinin katılımıyla gerçekleşecekti. Bu 51 kişiden yalnızca dokuzu Müttefiklerin çemberini aşıp Rusya'ya ulaşabilmişlerdi – geri kalanları zaten Rusya'da yaşamakta olan yabancı militanlardı.1

Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'nde, ulusal sorun konusu ele alınmadı. Bu noktada, Enternasyonal'in kurucuları, devrimin bir sonraki adımının Almanya olacağı, bu noktadan sonra ise dünya devriminin pek de zorlanmadan zafere ulaşacağı kanısındaydılar. Öte yandan, uluslararası devrimci dalgayla birlikte ortaya çıkmış olan komünist hareket içerisinde, ulusal soruna dair bu dalgadan da öncesine, İkinci Enternasyonal'in devrimci sol kanadına dayanan bir tartışma vardı. Komünistleri eski Enternasyonal'den ayrışmaya iten, savaş ve savaşta burjuva devletlerin ve milliyetçiliğin desteklenmesine karşı çıkmak olmuştu. Fakat ulusal kurtuluş savaşlarında, işgal altındaki küçük bir ülkede, işgal eden devlete karşı direniş hareketlerine destek verilmeli miydi? Büyük devletlere karşı milliyetçi hareketler, doğaları burjuva olsa dahi devrimci proletaryanın müttefiki sayılabilirler miydi? Bu noktada bu soruların, özellikle ikinci sorunun cevabını büyük ölçüde sadece teorik düzeyde vermek mümkündü, zira pratikte bu soruya dair yeterli veri olduğu söylenemezdi. Bu yüzden ulusal soruna dair tartışma büyük ölçüde teorik bir tartışma olarak başlamıştı.

Bu tartışma, tamamen Birinci Dünya Savaşı ile birlikte büyük bir önem kazanan emperyalizm tartışması tarafından belirlenmese de, en azından onunla bağlantılıydı. Ezilen bir ulustan olan Rosa Lüksemburg'un emperyalizm teorisi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganını, dolayısıyla ulusal kurtuluş sloganını reddediyordu. Öte yandan radikal ve önemli bir Bolşevik militan olan Nikolai Bukharin'in özellikle emperyalizmin iktisadi tahliline dair ortaya koydukları Lenin'in bu konudaki görüşlerinin şekillenmesini ciddi bir biçimde etkileyecekti. Buna rağmen Bukharin de ulusların kendini kaderini tayin hakkı fikrini, dolayısıyla da ulusal hareketlerin desteklenmesini reddetmekteydi. 1915'te Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh ile birlikte kaleme aldığı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler ismindeki metinde ifade edilen bu fikirler, devrim sonrasında Rus Komünist Partisi içerisinde oluşun, ve ilk yıllarında Bukharin'in en önemli ismi olacağı sol komünist eğilim tarafından da savunulmaya devam edecekti:

“Emperyalist dönem, ufak devletlerin büyük devletlerce emilmesi ve dünya haritasının daha fazla devlet homojenliğine doğru sürekli tekrar çizilmesi dönemidir. Bu emilim sürecinde, pek çok ulus muzaffer ulusların devlet sistemine eklemlenecektir.

Modern kapitalist dış siyaset, finans sermayesinin egemenliğiyle yakından bağlıdır ki finans sermayesi kendi varoluşunu tehdit etmeden emperyalizm politikasını terk edemez. Dolayısıyla kapitalist ilişkiler çerçevesinde kalırken dış politika alanında anti-emperyalist talepler ileri sürmek aşırı derecede ütopik olacaktır.

(...)

Dolayısıyla ulusların tahakkümüne karşı mücadele etmek, emperyalizme karşı mücadele etmeden mümkün değildir. Emperyalizme karşı mücadele finans sermayesine karşı mücadele demektir; finans sermayesine karşı mücadele ise genel olarak kapitalizme karşı mücadele demektir. Bu yoldan dönmek ve kapitalist toplumun sınırları içerisinde 'ulusların kurtuluşu' gibi 'kısmi' talepleri öne sürmek proleter güçleri sorunun gerçek çözümünden saptırır ve onları bahsi geçen ulusal grupların burjuvazisiyle birleştirir.

(...)

Büyük güç olan bir ulusun işçilerinin şövenizmine karşı 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganını tanıyarak mücadele etmek, bu şövenizme karşı ezilen 'anavatan'ın kendisini savunma hakkını tanıyarak mücadele etmek demektir.

(...)

Dolayısıyla buradan şu sonuç çıkar ki hiçbir durumda ezilen bir ulusun ayaklanmasını veya isyanını bastıran büyük bir gücün hükümetini desteklemeyiz. Aynı zamanda proleter güçleri 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında seferber etmeyiz. Görevimiz, iki ülkenin proleterlerini (birbirleriyle ortaklaşa olarak), 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında güçlerin seferber olmasına karşı sosyalizm için iç savaş, sınıf savaşı sloganı altında seferber etmektir.”2

Buna karşı Bolşeviklerin lideri Lenin, emperyalizmin ekonomik tahlili konusunda, büyük ölçüde yukarıdaki görüşlerle uzlaşan Lenin, Bukharin ve arkadaşlarının çıkardıkları bu sonuçlara, 1916'da kaleme alacağı Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı isimli yazısında şöyle cevap verecekti:

“Finans sermayesi, yayılma güdüsüyle, hür ülkelerin en özgür, en demokratik ve cumhuriyetçi hükümet ve seçilmiş görevlilerini, ne kadar 'bağımsız' olurlarsa olsunlar, 'özgürce' satın alacaktır. Finans sermayesinin bu egemenliği, sermayenin genel egemenliği gibi, siyasi demokrasi alanında hiçbir türk reformle ortadan kaldırılamaz ki kendi kaderini tayin tamamen ve sadece bu alana aittir. Öte yandan, finans sermayesinin egemenliği sınıfsal baskı ve sınıf mücadelesinin daha özgür, daha geniş ve daha özel biçimi olarak siyasi demokrasinin önemini zerre kadar ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla siyasi demokrasi taleplerinden birininin iktisadi olarak 'kazanılmasının münkün olmadığı' yönündeki bütün argümanlar, kendilerini kapitalizm ve siyasi demokrasi arasındaki genel ve ilişkilerin teorik olarak hatalı bir tanımına çekmiş olurlar.

(...)

Yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkının değil, siyasi demokrasinin bütün taleplerinin, emperyalizm altında ancak eksik ve kötürüm biçimde, nadir istisnalar olarak 'kazanılması mümkündür' (...) Bu, bütün bu talepleri, reformist değil devrimci bir biçimde; burjuva yasallığının çerçevesine sınırlı kalarak değil onu aşarak; parlamenter nutuklar ve sözlü kınamalarla sınırlı kalarak değil kitleleri gerçek eyleme çekerek, her tür temel, demokratik talebi proletaryanın burjuvaziyle doğrudan kavgasına, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek sosyalist devrime kadar ve onu kapsayacak şekilde formülleştirip ileri sürmek gerektiğini gösterir.

(...)

Ezen ulusların proletaryası, ilhaklara karşı ve ulusların genel hak eşitliği için şabloncu, bütün pasifistlerce tekrarlanan genel laflarla yetinemez. Proletarya, emperyalist burjuvazi için özellikle 'cansıkıcı' olan, devletin ulusal baskıya dayanan sınırları sorunlarını görmezden gelemez. Ezilen ulusların zorla mevcut devlet sınırları içinde tutulmasına karşı mücadeleden vazgeçemez; ve da bu tam olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmektir. Proletarya 'kendi' ulusu tarafından ezilen sömürgelerin ve ulusların politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır.

(...)

Öte yandan ezilen ulusların sosyalistleri, özel olarak ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında mutlak (ve ayrıca örgütsel) birlik sağlamak için mücadele etmek durumundadır. Böylesi bir birlik olmadan, burjuvazinin dolapları, ihanetleri ve hileleri karşısında bağımsız bir proleter siyaset sürdürmek ve başka ülkelerin proletaryasıyla sınıf dayanışmasına sahip olmak imkansız olacaktır; zira ezilen ulusların burjuvazisi her zaman ulusal kurtuluş sloganını bir işçileri yanıltma aracına dönüştürür; iç siyasetinde bu sloganları hakim ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır.”3

Lenin'in ortaya attığı argümanların belki de en zayıf noktası, bir tarafta işçilerin vatanı yoktur sloganı varken, komünistlerin siyasetinin ezen ulustan mı ezilen ulustan mı geldiklerine göre ciddi bir farklılık göstermesi gerektiği düşüncesiydi. Bunun haricinde, emperyalizm koşulları altında devrimcilerin ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkilenişlerinin olanaklarına dair sınanması gereken de, işçi sınıfının ve sosyalist mücadelenin böylesi bir ilişkiden kazançlı çıkmasının mümkün olduğunu düşünen Lenin'in tezleriydi. 1917 Ekim devriminin hemen ardından Bolşevikler bu tezleri, eski Rus İmparatorluğu coğrafyası içerisinde uygulamaya başladılar. Rosa Lüksemburg, bu politikanın sonuçlarına 1918'de yazdığı Rus Devrimi ismindeki eserinde değinecekti:

“Açık ki Lenin ve yoldaşları, Rus İmparatorluğu içerisindeki pek çok yabancı halkı devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamanın, devrim ve sosyalizm adına bu halklara kendi kaderlerinin tayin etmek için en aşırı ve en sınırsız özgürlüğü vermekten daha kesin bir yöntemi olmadığını hesap etmişlerdi (...) Maalesef, hesap tamamen yanlıştı.

Lenin ve yoldaşları, açıkça, 'ayrılma' noktasına kadar ulusal özgürlüğün savunucuları olarak Ukrayna, Polonya, Litvanya, Baltık ülkeleri, Kafkaslar ve benzerini Rus Devrimi'nin bir sürü sadık müttefikine dönüştüreceklerini beklerlerken, tam aksi bir manzaraya tanık olduk. Arka arkada bu 'uluslar', yeni kazandıkları özgürlüğü Rus Devrimi'ne karşı can düşmanı Alman emperyalizmiyle müttefik olmak ve Alman koruması altında karşı-devrim bayrağını Rusya'nın kendisine taşımak için kullandılar. Brest'te Ukrayna'yla ilgili oynanan ve görüşmelerde olayların akışında belirleci bir dönüşüme neden olup o noktaya kadar Bolşeviklerin iyi gittiği bütün içsel ve dışsal durumu çökerten küçük oyun bu durumun mükemmel bir örneğidir. Finlandiya'nın, Polonya'nın, Litvanya'nın, Baltık ülkelerinin, Kafkas halklarının davranışları, en ikna edici biçimde istisnevi bir durumla değil, sıradan bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Şüphesiz, bütün bu vakalarda, gerici politikalara bulaşan 'halk' değil, yalnızca kendi proleter kitlelerine en keskin düşmanlıkla 'ulusların kendi kaderini tayin hakkını' kendi karşı-devrimci sınıf politikalarının bir aracına dönüştüren burjuva ve küçük burjuva sınıflardı. Öte yandan – ve burada sorunun kalbine geliyoruz – bu milliyetçi sloganın ütopik, küçük burjuva niteliği tam da burada yatmaktadır: sınıflı toplumun yavan gerçekliklerinin arasında ve sınıfsal çelişkiler sonuna kadar keskinleşmişken, bu slogan basitçe burjuva sınıf iktidarının bir aracına dönüşür. Bolşevikler, hem kendilerinin hem de devrimin büyük yaralar alması pahasına, kapitalizmin hükmü altında halkların kendi-kaderini tayini diye bir durumun söz konusu olamayacağını, sınıflı toplumlarda ulusun her sınıfının farklı bir biçimde 'kendi kaderini tayin ettiğini' ve burjuva sınıflar için, ulusal özgürlüğün dayanağının tamamen sınıf hükmününkine tabi olduğunu öğreneceklerdi.”4

Rus Devrimi'nin yazılmasının ardından da Rosa Lüksemburg'un verdiği örneklere yenileri eklenmeye devam edecekti. Esasında, daha 1918'de Ekim Devrimi'nin deneyimleri ve pratikleri Lenin'in bu konudaki görüşlerini çökertmeye yeterliydi. Lenin'in bu konudaki tezleri tekrar tekrar pratikte sınanmış ve her defasında başarısız olmuştu. Öte yandan, Lenin'in farklı görüş ve tutumlarının da Ekim Devrimi'nin kendisinin gerçekleşmesinde çok büyük katkıları olmuştu. Komünist hareket içerisinde olup Lenin'i eleştirebilmek, Lenin'in kendisinden dolayı değil ama Lenin'e duyulan devasa saygı ve daha şimdiden huşuya yaklaşmaya başlamış olan hayranlık nedeniyle kolay değildi. Böylesi eleştirileri hareketin geri kalanına kabul ettirebilmek ise giderek zorlaşmaktaydı. Hareket içerisinde Lenin'in etkisine denk bir etkiye sahip olabilecek niteliklere sahip Rosa Lüksemburg'un Ocak 1919'da karşı-devrimciler tarafından katledilmesi, yalnızca Alman proletaryasının değil bütün komünist hareketin ağır bir kaybı olacaktı.

Ulusal soruna dair tartışma, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'de gerçekleşen İkinci Kongresi'nde, özellikle sömürgeler sorunu üzerine yeniden ortaya çıkacaktı. Alman Devrimi'nin başarısız olmasının getirdiği çaresizlik, Bolşevikleri çaresizliğe itmişti, ve bu çaresizlik altında sömürgelerde Batı güçlerine karşı bir kalkışmanın devrime faydalı olabileceği fikri oluşmaya başlamıştı. Bu fikirler, Lenin'in ulusal soruna dair eski düşünceleriyle de uluşmaktaydı. Bu noktada, Lenin, bu tartışma için kaleme aldığı Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler isimli metinde şunları söyleyecekti:

“Daha geri devletler ve uluslara dair (...) şunları akılda tutmak özellikle önemlidir:

İlkin, bütün Komünist partiler, bu ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerine destek vermelidirler, ve en faal desteği sağlamak görevi temelde geri ülkenin sömürge olarak veya finansal olarak bağımlı olduğu ülkenin işçilerine düşmektedir.

İkinci olarak, geri ülkelerde ruhbana ve diğer etkin ve ortaçağdan kalma unsurlara karşı mücadele etmek gereklidir.

(...)

Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerini komünist renklere boyamaya çabalarına karşı kararlılıkla mücadele etmek gereklidir; Komünist Enternasyonal sömürgelerde ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik ulusal hareketleri ancak bu ülkelerde geleceğin proleter partilerinin, sözde değil gerçekten komünist olacak unsurlarının bir araya gelmesi ve özel görevlerini, yani kendi ülkelerindeki burjuva-demokratik hareketlere karşı mücadele görevlerini anlayacak şekilde eğitilmeleri koşuluyla destekleyecektir. Komünist Enternasyonal Sömürge ülkelerde ve geri ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifak yapmak durumundadır, fakat onunla birleşmemelidir, ve her durumda, cenin halinde olsa dahi proleter hareketin bağımsızlığını müdafa etmelidir.”5

Lenin'in burada ifade ettiği düşüncelerin eski görüşlerinden ayrıldığı bir nokta vardı. Lenin, daha önce ezilen ve ezen uluslardan komünistlerin bu konudaki tutumlarının farklı olması gerektiğini ifade etmişti. Tezlerde ifade ettiği görüşler, her ne kadar eski düşüncelerinin izlerini taşıyor olsa da, şimdi ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek Komünist Enternasyonal'in bütün partilerinin alması gereken bir tutum olmuştu. Nihayetinde, eğer Enternasyonal'in bu hareketlerin egemenlik alanındaki örgütleri de bu hareketleri desteklemezse, verilecek böylesi bir destekten medet umulamazdı. Dahası ruhbana ve benzeri kesimlere karşı mücadele edilmesi gerektiği fikri, böylesi ülkelerdeki komünistlerin çizgisini burjuvaziyle karşı sınıf mücadelesinden uzaklaştırıyor, demokratik burjuvazinin, geçici olarak tanımlansa da, bir müttefiki konumuna sokuyordu. Bolşevikler tarafından kendilerine özgürlük verilen ulusal burjuvaziler, bu cömert hediyeye karşılıklarını kendilerini karşı-devrimin kollarına atarak ödemişlerdi. Lenin, ulusal hareketlere koşulsuz destek sunmuyordu fakat Komünist Enternasyonal'in destekleyeceği burjuva demokratik ulusal hareketlerin böylesi bir tutuma nasıl karşılık verecekleri de sınanacaktı. Lenin ve arkadaşları böylesi hareketlerle geçici hareketlerle geçici bir ittifak yapmak istiyorlardı, fakat böylesi hareketler kendi sınırları içerisinde komünist örgütlenmelere ve proleter hareketin bağımsız olmasına tahammül edecekler miydi?

Komünist Entnernasyonal'in İkinci Kongresi, Enternasyonal'in pratik tutum alışlarına dair pek çok kararın alınacağı bir kongreydi. Öte yandan tarih, alınan kararlardan ziyade bu kararlara muhalefet edenleri haklı çıkartacaktı. Parlamenterizm konusunda, seçimlere girme yönelimine karşı çıkanların başını İtalyan sol komünist Amadeo Bordiga ve İngiliz sol komünist Sylvia Pankhurst çekecekti. Amerikalı radikal komünist John Reed ve İrlandalı devrimci Jim Larkin, gerici sendikalar içerisinde çalışma yapıp bu sendikaları fethetme tutumuna karşı çıkacaklardı. Ulusal sorun konusunda ise, Lenin'in görüşlerine muhalefet edenler, geri ülkeler ve sömürgelerden gelenler olacaktı. Bu konuda, Lenin'in görüşlerini eleştirenlerin ilki, M.N. Roy isminde bir Hintliydi. M.N. Roy, radikal milliyetçilikten geliyordu ve her ne kadar kendisini bir marksist ve bir komünist olarak ifade ediyor olsa da, milliyetçiliğin etkisinden kopamamıştı. M.N. Roy, özü itibarıyla desteklenecek hareketlere burjuva demokratik ulusal hareketler denilmemesini, bunun yerini milli devrimci hareketler denilmesi gerektiğini savunmuştu. Bunun temellendirmesini, bu hareketleri burjuvazinin eline bırakılmaması fikri üzerinden yapıyordu. Roy Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler'inde şöyle demekteydi:

“Yabancıların egemenliği toplumsal yaşamın özgürce gelişmesini engellemektedir; dolayısıyla devrimin ilk adımı yabancı egemenliğini ortadan kaldırmaktır.

(...)

Sömürgelerde yabancı egemenliğini devirme mücadelesi, ulusal burjuvazinin ulusal hedeflerini korumak değil, sömürgelerdeki proletaryanın kurtuluşunun yolunu açmaktır. İlk dönemde, sömürgelerdeki devrim komünist olmayacaktır; fakat eğer başından itibaren komünist öncü böylesi bir hareketin başında olursa, onun altında devrimci kitleler doğru yola girerler ve devrimci deneyimin kademeli birikimi sonucu gizli bir hedefe ulaşırlar. Tarım sorununu baştan salt komünist ilkelere göre çözmeye çalışmak bir hata olur. Gelişiminin ilk aşamasında sömürgelerdeki devrim toprağın dağıtılması gibi tamamen küçük burjuva taleplere dayalı bir programla gerçekleştirilmelidir.

(...)

Şüphesiz, bu kitlelerin gerçekleştireceği devrim ilk aşamada komünist bir devrim olmayacaktır, doğal olarak devrimci milliyetçilik ilk aşamada bir rol oynayacaktır. Fakat her halükarda, devrimci milliyetçilik de Avrupa emperyalizminin çöküşüne yol açacaktır.”6

Lenin, Roy'a büyük bir ilgi ve sıcaklık gösterecek, onun ancak sağdan olarak tarif edilebilecek olan eleştirilerine büyük bir önem atfedecekti ve Roy'un tavrı nedeniyle alınan kararlarda burjuva demokratik hareketler yerine ulusal devrimci hareketler ifadesi kullanılacaktı. Öte yandan, uzun yıllardır Bolşevik Partisi militanı olmuş ve İran işçi sınıfı içerisinde çalışma yürütmüş İranlı komünist Avetis Sultanzade'nin yapacağı tamamen yerine uyarılara kongrede cevap bile verilmeyecekti:

“Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı salt komünist bir hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir.”7

Aynı şekilde, Batı emperyalizmine karşı cihat çağrısı yapan Bakü Doğu Halklar Kongresi'nde, Sultanzade ve Mikhail Pavlovich'in Lenin'in ricası üzerine birlikte yazdıkları, ve büyük ihtimalle dönemin Milliyetler Komiseri olan Stalin ve onun İranlı yandaşları ile arası açık olduğu için Sultanzade'nin değil Pavlovich'in sunduğu8 raporda yapılan ve ne denli öngörülü oldukları çok geçmeden anlaşılacak değerlendirmeler de adeta duyulmayacaktı:

“Kapitalist düzenin çerçevesi içinde, emekçi kitlelerin çıkarlarını ifade etmeyip burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden tüm yeni kurulmuş devletler, yeni bir baskı ve zor aracı, savaş ve şiddetin yeni unsurlarıdır.

Eğer İran, Hindistan ve Türkiye'deki mücadele yalnızca bu ülkelerin kapitalistlerinin ve toprak sahiplerinin, milli meclisleri ve senatolarıyla iktidara gelmesine yol açarsa, halk kitleleri hiçbir şey kazanmamış olurlar.

Bütün yeni kurulmuş devletler, olayların gidişatının kendisi ve kapitalist ekonominin kanunlarının demir mantığı tarafından militarizm ve emperyalist siyasetin korkunç döngüsüne hızla çekileceklerdir, ve onbeş yirmi yıl içerisinde, kara, sarı ve beyaz kıtalardan on değil yüz milyonlarca askerin katılacağı, getireceği vahşet 1914-1918 savaşını önemsiz kılacak yeni bir dünya savaşına tanık oluruz – Fransız, Alman, İngiliz, Hintli, Çinli, İranlı ve Türk bankacı ve fabrikatörlerinin çıkarına yeni bir savaş.

Eğer iktidar zenginlerin, spekülatörlerin ve toprak sahiplerinin elinde kalırsa yeniden doğmuş, güçlü bir Türkiye'nin kurulmasının sonucu ne olur? Yakın geçmişin sunduğu örnekler – Enver Paşa'nın savaş yanlısı politikası ve Gürcistan ve Ermenistan gibi özgürlüğüne yeni kavuşmuş bağımsız burjuva devletlerin davranışları – söylediklerimin yeterli suretleridir.

Enver Paşa'nın Türkiye'si, tüm Batı halklarının Doğu'ya karşı savaşta birlik olması gerektiği çağrısı yapan Wilhelm'in Almanya'sıyla ittifak yapmıştır. Brest konferansında Türk temsilcilerin tavrı mide bulandırıcıydı. Öte yandan Türk milliyetçileri korkunç Brest barışının koşullarından tatmin olmadılar.

Türkiye Ardahan, Kars ve Batum'u aldı. Dahası Türk güçleri daha da ilerleyerek Akhaltsykh ve Alexandropol'ü aldılar. Gürcistan'ı ancak Almanya'nın müdahalesi kurtardı. Sonra Türkler kendilerini Azerbaycan'a attılar ve Bakü'yü aldılar. Türklerin Bakü'deki iki aylık iktidarı, Kafkas proletaryasının kalesi olan bu şehrin uzun acılarla dolu tarihinin en kara sayfası oldu.

(...)

Kitleler, hem yerli hem yabancı efendilerine karşı ayaklanmalıdırlar. Eğer milli devrimci hareket, yerel burjuvazinin Hint, Pers vs. parlamentolarıyla hükmettiği yeni, güçlü Doğu devletlerinin kurulmasına yol açarsa, o zaman onbeş yirmi yıl içerisinde 1914-1918 savaşının bütün dehşetini solda sınıf bırakacak korkunç bir savaş daha yaşarız.”9

Parlamenterizm ve sendikalar meselelerindeki muhalefetler gibi, ulusal sorunda Komünist Enternasyonal çizgisine karşı yapılacak muhalefet de etkili olmayacaktı. Dahası, Enternasyonal'de bu tartışmalar süredursun, Sovyet Rusya'nın dış işleri ve diplomasisi partide çoktan kabul edilmiş bu esaslara dayanarak işe koyulmuştu. Sovyet Rusya, Anadolu'da patlak verecek bir ulusal hareketi desteklemeye kararlıydı. Peki dağınık Türk milliyetçisi hareketin başına geçen Mustafa Kemal, Sovyet Rusya ve Komünist Enternasyonal'e dair ne düşünüyordu? Daha 1919'un Haziran ayında, Rusya'dan Anadolu'ya gelmiş olan General Semyon Mikhailovich Budyonny Mustafa Kemal ile görüşmüştü, ve aralarında geçen şöyle bir konuşma geçecekti:

"-Acaba Paşa Hazretleri, Anadolu’da kurulacak rejim için nasıl bir rejim düşünüyorsunuz?

-Tabii Sovyetler’in Şuralar Hükümeti’ne benzer bir hükümet tarzı!

-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim?

-Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz. ” 10

1919'un Eylül ayında, Enver Paşa'nın amcası olan ve daha İstanbul'dayken Mustafa Kemal ile birlikte çalışmaya başlayan Halil Paşa, para ve silah yardımı almak için Moskova'ya gönderildi. Kendisi gibi İttihatçılardan oluşan heyetiyle birlikte, Rusya'da bir yandan da Ermenilerin Bolşevizmin önünde en büyük engel olduğunu iddia ederek siyasi faaliyetlere de girişecek olan Halil Paşa, 1920 ortalarında, 100,000 lira değerinde altın ve bir miktar silah ve cephaneyle birlikte Anadolu'ya dönmeyi başaracaktı.11 Öte yandan görünen o ki, bu yeteri kadar hızlı olmayacaktı. 26 Nisan 1920'de, TBMM'nin kuruluşundan üç gün sonra Mustafa Kemal, Lenin'e şu mektubu yazacaktı:

“Emperyalist hükümetlere karşı harekatı ve bunların egemenliği ve sömürüsü altında ezilen insanların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslarla çalışma ve hareket birliğini kabul ediyoruz.

Bolşevik güçleri Gürcistan üzerine askeri harekat yapar ya da izleyeceği politika ve göstereceği etki ve nüfuz ile Gürcistan’ın da Bolşevik birliğine girmesini ve içlerindeki İngiliz güçlerini çıkarmak için bunlara karşı harekâta başlamasını sağlarsa, Türkiye Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine bir askeri harekatı yönetmeyi ve Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik devletleri grubuna sokmayı yükümlenir.

Önce milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist güçleri kovmak veilerde emperyalizme karşı meydana gelecek ortak mücadelelerimiz için iç güçlerimizi kurmak üzere şimdilik, ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak sayıda cephane ve diğer savaş makine ve araçlar ve sağlık araçlarının ve yalnız doğuda harekat yapacak güçler için yiyeceklerin Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce sağlanması rica olunur.”12

Bu mektubun ardından resmi olarak başlayan ilişkiler kapsamında, Sovyet Rusya Mustafa Kemal ve başını çektiği milliyetçileri, 1920'de 3,065,000 altın ruble ve 100,000 Osmanlı altını, 1921'de 9,400,000 altın ruble ve 1922'de 4,600,000 altın ruble olmak üzere, toplam 10,791,412 lira değerinde para yardımı yapacaktı.13 Ayrıca Rusya, Kemalistlere toplam 37,812 tüfek, 324 ağır ve hafif makinalı ve 44,587 sandık mermi gönderecekti.14

Mustafa Kemal'in mektupları, emperyalizme karşı sloganları, kurmaylarının Ruslar gibi komiser ismini kullanması hep Lenin ve arkadaşlarının hoşuna giden jestlerdi. Öte yandan, burjuva diplomasisinde çok sık gerçekleştiği üzere, Mustafa Kemal'in Bolşevizme dair gerçek düşünceleri ve niyetleri, Ruslara söyledikleri değildi. 22 Eylül 1919'da Sivas'ta bulunan Amerikalı General James G. Harbord ile görüşmesinde, Mustafa Kemal şu sözleri sarf edecekti söyleyecekti:

“Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal bünyemiz gözönüne alınırsa bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye'de ne kapitalist ne de milyonlarca işçi vardır. Bir toprak problemi de önümüze dikilmiş değildir. Toplumsal bakış açısından, dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Gerekli olursa hatta Türk milleti ona karşı savaşmaya hazırdır.”15

Mustafa Kemal, daha 1919'da sarf ettiği bu sözlerle, kuracağı devletin ideolojisinin 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' kısmının nereden geldiğini de göstermekteydi. Lenin ve yoldaşlarının ulusal sorun konusundaki tutumları, onların diplomatik ilişkiler tarihinde pek karşımıza çıkmadığı şekliyle, Mustafa Kemal'in lafazanlığına adeta tav olmalarına neden olmuştu. Oysa Mustafa Kemal, kendisi ve arkadaşları için Sovyet Rusya ile ilişkinin ne anlama geldiğini sonrasında gayet net bir şekilde ortaya koyacaktı:

“O zaman bir sırat köprüsü geçmek zorundaydık. Meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar... dayı dedik vesselam!” 16

Gerdûn

1http://en.wikipedia.org/wiki/Founding_Congress_of_the_Comintern

2Bukharin, Nikolai, Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler”. 1915. http://thecommune.co.uk/ideas/what-is-capitalism/imperialism/theses-on-the-right-of-nations-to-self-determination/

3Lenin, Vladimir. “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. 1916. http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/jan/x01.htm

4Lüksemburg, Rosa. “Rus Devrimi”. 1918. http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1918/russian-revolution/ch03.htm

5Lenin, Vladimir. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler”. 1920. http://marxists.anu.edu.au/archive/lenin/works/1920/jun/05.htm

6Roy, M.N. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler”. 1920. http://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch0...

7Sultanzade, Avetis. “Komintern İkinci Kongre Konuşması”. 1920. http://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch0...

8Chaqueri, Cosroe. “Sultanzade: The Forgotten Revolutionary Theoreticianof Iran: A Biographical Sketch ”. Iranian Studies, Cilt XVII, No. 2-3, Bahar-Yaz 1984 . s. 216-7

9Pavlovich, Mikhail. “Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Raporu”. 1920. http://www.marxists.org/history/international/comintern/baku/ch05.htm

10Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 34

11Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 43-5

12Çolak, Bilgihan. “Atatürk Dönemi Türk-Rus İlişkileri”. Trakya Üniversitesi, Edirne, 2007. s. 46

13Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 107

14Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 101

15Tevetoğlu, Fethi. “Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler”. Ankara. 1967. s. 304

16Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 34



Kemalizme Karşı Komünizm (4)
Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Kafkaslar ve Orta Asya'da Bolşeviklerle İttihatçılar Arasında Savaş Esirleri

Savaş kaybeden tüm ülkelerde olduğu üzere, Birinci Dünya Savaşı sırasında çok ciddi miktarda Osmanlı İmparatorluğu askeri ve subayı esir düşmüşlerdi. Bu rakam, Osmanlı'nın savaşmakta olduğu ülkelerin tamamına esir düşen toplam kişi sayısı olarak 145,000 kişiyi bulmaktaydı.1 Bu rakamın yaklaşık 21,400'ü er, 1180'i subay, 250'si de sivil olmak üzere, 22,830'ü Çarlık Rusya'sına esir düşmüşlerdi. Erlerin yaklaşık 18,00'i, subayların ise 400'ü nihayetinde ülkelerine döneceklerdi.2 Savaşın ardından Rusya'daki devrime tanıklık edecek bu kişilerin, bahsi geçen 145,000 kişinin geri kalanına nazaran en ilginç esaret deneyimini yaşadıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu esirlerin koşullarına dair değinilmeye değer olan bir diğer önemli nokta, esir düşleri bölgede Azeriler, Tatarlar, Başkırlar gibi aynı dili konuştukları pek çok kesim olmasıydı. Ayrıca, savaş sonrası dönemde, Kafkaslar ve Orta Asya pek çok İttihatçı için de bir sığınak haline gelecekti. Tüm bu unsurlar, devrimin ardından Kafkaslar ve Orta Asya'yı, Türkiye'deki gelişmeleri de etkileyecek bir bölge yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Rusya sınırları içerisinde pek çok milletten hatrı sayılır miktarda savaş esiri bulunmaktaydı. Bolşevikler, bu savaş esirleri arasında siyasi çalışma yapmanın, uluslararası harekete faydalı olacağını düşünerek hem savaş yıllarında, hem de savaş sonrası dönemde böylesi bir pratik içerisine girmişlerdi. Bu doğrultuda, esirler arasında destekçi kazanmaya çalışıyorlardı. Osmanlı kökenli savaş esirleri de, bu çabaların hedeflerinden biriydi. Bu kesim içerisinden öne çıkan isim ise Mustafa Suphi isminde İttihatçılara muhalif eski bir Türk milliyetçisi olacaktı. 1882'de doğan Mustafa Suphi, iyi eğitim görmüş, önce İstanbul'da hukuk sonra da Fransa'da siyaset okumuştu. İstanbul'a döndükten sonra, İttihat ve Terakki rejimine muhalif İfham isimli bir gazete çıkartmıştı. Mustafa Suphi'nin siyasete ilgisi, Rusya'ya gitmesinin öncesine dayanmaktaydı. İfham gazetesini çıkarttığı dönemde Suphi, milliyetçiliğiyle öne çıkan ama İttihatçıları sertçe eleştiren Milli Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer almıştı. Mustafa Suphi, Rusya'daki savaş esirlerinin büyük çoğunun aksine, asker değildi. Muhalif siyasi görüşleri nedeniyle Mustafa Suphi 1913 senesinde İstanbul'dan sürgün edilen çok sayıda siyasetçi ve aydından biri olacaktı. Suphi ve arkadaşları, 24 Mayıs 1914'te, sürgünde oldukları Sinop'tan Rusya'ya kaçtılar. Fakat Birinci Dünya Savaşı başladıktan ve Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdikten sonra, bir düşman ülke vatandaşı olarak Mustafa Suphi yakalanılacak ve önce Kaluga'ya, 9 Eylül 1915'te de Uralsk'a sürülecekti ve sosyalizmi bu tarihten sonra benimseyecekti.3 Çarlık rejimi savaş esirleriyle siyasi mahkumları aynı kamplara göndermekteydi ve Mustafa Suphi'nin Bolşeviklerle tanışması Uralsk'ta, Bolşeviklerle daha önceden ilişki içerisinde olan Maksut Ekşi isminde bir Türk vesilesiyle olacaktı.4

Mustafa Suphi, 1918'in başlarında Moskova'ya geldi, ve Milliyetler Komiserliği'nin Rusya'daki Müslümanlarla ilişkili birimi olan Merkezi Müslüman İşleri Komiserliği'ne gitti. Mustafa Suphi burada Müslüman Komiserliği içinde bir Türk Şubesi kurulmasını isteyecekti.5 Müslüman İşleri Komiserliği, veya kısa ismiyle Muskom Ocak 1918'de kurulmuştu. Muskom'un kökenleri, Temmuz 1917'de Kazan'da kurulan Müslüman Sosyalist Komitesi'ndeydi. Genel çizgisi itibarıyla Bolşeviklere sempati duyan fakat farklı yapılardan üyelerin oluşturduğu bu örgütün kurucuları, Mollanur Vahidov ve Mirsaid Sultangaliyev isimli iki Tatardı. Mollanur Vahidov uzun süredir hareket içerisindeydi, fakat Bolşevik partisinin üyesi değildi. Sultangaliyev ise Kasım 1917'de Bolşeviklere katılacaktı. Muskom kurulduktan sonra, Mollanur Vahidov, Muskom'un başkanı, Sultangaliyev ise Muskom içerisindeki resmi parti temsilcisi oldu.6 Vahidov'un 1918 ortalarından Kazan'ı ele geçiren karşı devrimcilerce öldürülmesinin ardından ise, Sultangaliyev Muskom'un, Aralık 1918'de ise ayrıca Nisan'da kurulmuş Merkezi Müslüman Askeri Komitesi'nin başına geçecekti.7

Müslüman Komiserliği, Mustafa Suphi'nin isteğini geri çevirmedi. Mustafa Suphi, 27 Nisan 1918'de, Yeni Dünya isimli bir gazete çıkartmaya başlayacaktı. Gazetenin üçüncü sayısında, bunun sosyalist bir gazete olduğu, ve Müslüman Sosyalist Komitesi'nin himayesi altında çıktığı ifade edilecekti.8 Mustafa Suphi ayrıca, kendisinden on yaş küçük olan, 1892 doğumlu Mirsaid Sultangaliyev'in sekreterliğini yapmaya başlayacaktı.9 Daha bu tarihte, Orta Asya ülkelerindeki komünist örgütlenmelerde sol ve sağ kanatlar arasında bir ayrışma gerçekleşmemişti, öte yandan gelecekte bu partilerin sağ kanadının başını çekecek olan Sultangaliyev'in görüşleri, daha 1918'de net bir biçimde şekillenmişti:

“Müslüman halklar, proleter halklardır... Müslüman ülkelerdeki milli hareketler, sosyalist devrimin niteliklerine sahiptirler.”10

Mustafa Suphi, her ne kadar Sultangaliyev'in aksine hiçbir zaman milliyetçi bir sağ muhalefet örgütlemeye girişmese ve genel olarak Rusya Komünist Partisi'nin çizgisine uyumlu hareket etse de, Sultangaliyev'in 'milli komünist' diye anılan görüşlerinin izlerini de taşımaktaydı.11 Temmuz 1918'de Mustafa Suphi, 202'si Türk olmak üzere, farklı ülkelerden 400'e yakın savaş esirinin katılımıyla Birinci Türk Sol Sosyalistleri Kongresi'ni düzenledi.12 Bu kongrede Mustafa Suhpi, şöyle konuşacaktı:

“Biz bugün, insaniyetin şu kan ve ateşle kaynayan kesiminden yana tutum almakla, Türklerin uygarlıklar topluluğu içinde, toplumsal hak hayatlarından bir ilim, bir işaret yükseltmiş oluyoruz. Biz bugün Rusya Devrimi'nin önemli bir etkeni olan Müslüman kuvvetlerin Moskova'daki merkezinde toplanmakla, İslam aleminin Enternasyonal durumuna dair yaklaşımını da açıkça meydana koymuş oluyoruz. Bizim bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Tatarlar yürümeye başlamışlardı. Yarın da Araplar, İranlılar o kurtuluş yolunu tutacak ve bütün İslamiyet alemi böylece hakiki kardeşlik, hakiki birlik, hakiki özgürlük yoluna girmiş olacaktır.”13

Bu konferansın sonucu olarak Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgüt doğacaktı. Bundan sonraki süreçte ise, Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türk savaş esirlerini örgütleyerek Rusya'da süregelmekte olan iç savaşta Kızıl Ordu'ya destek olmaya çalışacaklardı. Bu doğrultuda Temmuz Konferansının ardından Tatar-Başkır Tugayının Üçüncü Bölüğü olarak Türk Kızıl Bölüğü, Ocak 1919'da ise Kırım'da Beynelmilel Şark Alayı kurulacaktı.14 Mart 1919'da ise, Mustafa Suphi, Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi'ne katılacaktı. Bu kongrede yaptığı konuşmada Mustafa Suphi bu çalışmalara dair şunları ifade edecekti:

“Avrupa sermayesine karşı Doğu halklarının ayaklanması, Rus devrimi için olduğu kadar bugün bütün ülkeler proletaryalarına varlığıyla güç veren genç Alman devrimi için de gereklidir. Bugün Alman devrimi İngiliz-Amerikan baskısının sürekli tehdidi altında bulunuyor ve bizden, Doğu'dan yardım istiyor.

Bu nedenle III. Enternasyonal'in bundan sonraki görevi Doğu halkları arasında devrim ocakları kurmak olmalıdır.

Güçlü genç Rus Kızıl Ordusu saflarında savaşçı-devrimci Türk örgütünün hücreleri kurulmakta ve güçlenmektedir. Bugün Rusya'nın birçok cephelerinde Sovyet iktidarının savunusu için savaşan binlerce Türk Kızıl Muhafız faaş görev almıştır.”15

Türkiye Komünist Teşkilatı, ilerleyen süreçte başta Volga-Ural bölgesinde, ayrıca Kırım'da ve Türkistan'da faaliyet gösterecek, Azerbaycan'ın Bakü Komünü'nün bastırılmasının ardından tekrar Sovyetler'in eline geçmesinin ardından bu faaliyet Bakü'de de yürütülmeye başlanacaktı. 1920 ortalarına gelindiğinde, Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Volga-Ural bölgesindeki, başta Moskova, Kazan, Saratov ve Samara gibi şehirlerde olmak üzere 500, sadece Bakü'de ise 200 üyesi bulunmaktaydı.16 Türkiye Komünist Teşkilatı'nın başını çeken isimleri arasında, Mustafa Suphi ve Maksut Ekşi'nin yanısıra, Suphi'nin Komünist Enternasyonal Kuruluş Kongresi'ne birlikte katıldığı İsmail Hakkı Kayserili17 vardı. Bunlar haricinde, bu çevreyle ilişkiye girenler içinde, gelecekte hareket içerisinde oynayacakları rolden dolayı dört kişiden bahsetmek yerinde olacaktır: Şerif Manatov, Hüseyin Hüsnü, Süleyman Nuri ve Ahmet Cevat Emre.

Daha önce 1919'da, Komünist Enternasyonal'in ilk resmi temsilcilerinden biri olarak İstanbul'a gittiğinden bahsettiğimiz Şerif Manatov, 1887'de Başkırdistan'da doğmuştu. Babası bir mollaydı, ve eğitimine bir medresede başlayacaktı. Manatov, 1911'de Petrograd'da üniversite okumaya başlamıştı, fakat okumayı yarım bıraktı, bir dönem gazetecilik yaptıktan sonra 1914'te İstanbul'a giderek İstanbul Üniversitesi'ne kayıt yaptırdı. Osmanlı'nın da savaşa girmesinin ardından, burada da çok durmayan Manatov Ocak 1915'te bir çikulata fabrikasında , sonrasında da çiftliklerde işçilik yapacağı İsviçre'ye gitti ve burada Lenin ile tanıştı. Ocak 1917'de Martov'un başını çektiği Enternasyonalist Menşevikler grubuna katılmıştı. Şubat Devrimi'nin ardından Başkırdistan'a dönen Manatov, burada Başkır ulusal hareketi içerisinde faaliyet göstermeye başladı. Manatov, Başkır Bölge Şurası'nın başkanı seçildi. Ekim Devrimi'nin ardından, Aralık'ta 3. Başkır Kongresi gerçekleşti.18 Manatov, burada Beyazları desteklemekten yana olanlara ve tarafsız kalma yanlısı Başkır milliyetçisi Zeki Velidov'a karşı, sol kanadı oluşturarak Sovyetlerle işbirliği yapmaya savundu. Aralık ayınım sonlarına doğru kurulacak Özerk Başkırdistan hükümetinin yeni başkanı da Zeki Velidov olacaktı.19 Şerif Manatov, Ocak 1918'de Petrograd'a giderek Lenin'le görüştü, bu görüşmenin ardından Müslüman Komiserliği'nin kurulması kararı alındı ve Manatov başkan yardımcılarından biri olarak Muskom'da çalışmaya başladı. Şubat 1918'de, Zeki Velidov'un başını çektiği hükümet Orenburg'a dönen Manatov'u tutukladı fakat Manatov Bolşeviklerin müdahalesiyle serbest bırakıldı. Mustafa Suphi, Muskom'a ilk geldiğinde karşılaşacağı görevli Manatov olacaktı. Mayıs 1918'de, Manatov Rusya Komünist Partisi'ne katıldı.20

Orenburg'a Bolşeviklerin girmesiyle, bu sefer Zeki Velidov tutuklanacak fakat Nisan ayında karşı-devrimcilerin şehre saldırısı sonucu serbest bırakılacaktı. Sonrasında Velidov, ve komutasındaki Başkır milliyetçileri, 1919'un başına kadar Beyazlarla birlikte, Sovyetlere karşı savaşacaktı. Fakat 1919'un başında Velidov Bolşeviklerle anlaşarak taraf değiştirecekti.21 İşte bu da Şerif Manatov'u hem Başkırdistan'da, hem de Muskom'da istenmeyen adam yapacaktı – yeni Başkır Cumuhbaşkanı Velidov böylesine keskin bir komünisti yanında veya yakınında istemiyordu.22 Hüseyin Hüsnü ise, 1918'de Mustafa Suphi'nin teşkilatına katılmış ve Kiev ile Odessa'da Müslümanlar arasında çalışma yapmış bir savaş esiriydi. Zeki Velidov'la problem yaratmaması için ortalıkta gözükmemesi için, 1919'da Komünist Enternasyonal temsilcisi olarak İstanbul'a gönderilen Şerif Manatov'un yanı sıra Mustafa Suphi tarafından Hüseyin Hüsnü de İstanbul'a gönderilmişti. Burada, resmi bir temsilci olan Manatov'un aksine, Hüseyin Hüsnü bizzat Sosyal Demokrat Fırkası'nda Ziynetullah Nevşirvanov'la birlikte faaliyet göstermeye başlayacaktı. Şerif Manatov'un Anadolu'ya geçmesinin, Nevşirvanov'un da yeni yoldaşını takip etmesinin ardından, Hüseyin Hüsnü de bir dizi macera yaşayarak Anadolu'ya geçecek, hem komünist faaliyetlerde yer alacak, hem de Sovyet temsilcisi Jan Upmal-Angarskiy'nin yardımcısı olacaktı.23

Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgütlenmesi içerisinde muhalefet yapan unsurlar da vardı. Genel olarak, Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk komünistleri arasında muhalif unsurların başında gelecek olan isim, Süleyman Nuri olacaktı. Süleyman Nuri, 1895'te, bir demircinin oğlu olarak İstanbul'da doğmuştu. 1915'te Çanakkale cephesine gönderilmiş, 1917'de Osmanlı ordusundan kendi ifadesiyle “harp macerasından sıyrılmak arzusuyla” firar ederek Ruslara sığınmış ve savaş esiri olmuştu. Süleyman Nuri, 1918'de patlak veren Bakü Komünü'ne kadar, şehrin yakınlarındaki esir kamplarında kalacaktı. Sonraki dokuz ayı Hazar denizinde bir tankerde çalışarak geçiren Süleyman Nuri, yıkıcı propaganda yaptığı için tutuklanacak, ve aralarında Bakü Komünü'nün lideri Ermeni Bolşevilk Stepan Shaumyan'ın da bulunduğu idam edilecek Bakü Komiserleriyle birlikte hapis yapacaktı. Hapisten kurtulunca Bakü'ye gidecek, burada Türk savaş esirlerinin içerisinde siyasi çalışma yapmaya ve Bolşevik Süleyman diye anılmaya başlayacaktı. İlerleyen süreçte Kızıl Ordu'ya da katılacak olan Süleyman Nuri, 1920 Mayıs'ında Mustafa Suphi'nin Bakü'ye gelmesi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Bakü şubesini oluşturması üzerine bu örgüte katılacaktı.24

Süleyman Nuri'nin, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nı örgütlerken hatalar yapıyor oluşu görüşü bu noktadan sonra ortaya çıkacaktı. Süleyman Nuri'ye göre, Mustafa Suphi'nin örgütledikleri arasında pek çok İttihatçı veya milli mücadeleci ajan vardı. Süleyman Nuri, aynı zamanda, Mustafa Suphi'nin, bir sabotör olarak gördüğü Ahmet Cevat Emre'ye bu kadar yüz vermesini de eleştiriyordu.25 Eski bir Jöntürk olan Ahmet Cevat Emre, bir halı tüccarıydı ve Batum'a gidip geliyordu. Sınırlar kapanınca ticaret işi zorlaşmış, Ahmet Cevat Emre de halı işinin yanında öğretmenlik yapmaya başlamıştı.26 Ahmet Cevat Emre, öncelikle din öğretmişti.27 Ahmet Cevat Emre, tesadüf üzerine komünistlerle tanışacaktı. Buna rağmen uzun yıllar, devrimci kesimlerin muhalefetine rağmen hareketin saygın bir unsuru gibi muamele görecekti.

Savaşın ardından Kafkasya ve 1918'de, İngilizlerin yardımıyla Bakü Komünü'nün bastırılıp Türk milliyetçisi Musavat Partisi'nin iktidara getirilmesinin ardından özellikle Bakü, İttihatçılar için de bir sığınak halini alacaktı. Dahası, Ermeni soykırımındaki rollerinden dolayı başları Batı güçleri ile belada olan, ve eski koruyucuları Almanya'nın pek kimseyi koruyacak hali kalmamışken, İttihatçılar Bolşeviklerden medet ummaya da başlayacaklardı. 1919 ortalarında, İttihatçı liderlerden Talat Paşa ile Enver Paşa, Bolşeviklerin Almanya'daki devrimci süreçte kendilerini temsil etmeleri için göndermiş oldukları, Polonya asıllı Karl Radek'i, Radek'in kaldığı hapishanede ziyarete gideceklerdi. Radek, uzun yıllar boyunca uluslararası sosyalist hareketin, ilk yılında da komünist hareketin sol kanadında yer almış ve ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine karşı çıkmıştı. Öte yandan artık Radek'in eski siyasi ilkelerinin yerini düşler ve hırslar almıştı – Alman Devrimi'nin başına geçmesi için bu ülkeye yollanmış bu adam, uzun yıllarca yeraltında mücadele ettikten sonra, tarihi etkileyebilecek bir konumda olduğu düşüncesiyle sarhoş olmuş vaziyetteydi. Talat Paşa, bu görüşmede Radek'e şöyle demişti:

“Müslüman Doğu kölelikten, ancak halk kitlelerine ve Sovyet Rusya’yla kurulacak bir ittifaka dayanarak kurtulabilir.”28

Radek ile Talat paşa, daha bir yıl önce Brest-Litovsk görüşmelerinde aynı masanın karşı taraflarında oturmuşlardı. Radek, ziyaretçilerine İngilizlere karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı örgütlenmesini, ve Rus Bolşevizmi ile Türk milliyetçiliği arasında bir anlaşma önerecekti. Talat Paşa'dan daha genç olan Enver Paşa, Radek'i daha fazla etkileyecekti ve Radek onu Moskova'ya davet edecekti. Daha birkaç yıl önce uzlaşmaz bir biçimde karşı çıkmış olduğu savaşa katılan emperyalist devletlerden birinin, korkunç bir soykırıma imza atmış devlet adamlarıyla konuşmakta olduğunu unutacak kadar büyük bir akıl tutulması yaşamakta olan Radek, görüşmelerin ardından büyük bir heyecanla şöyle diyecekti:

“Enver Paşa, bizim Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı’na yardımımızı istiyor. Buna karşılık Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı direnişi ve isyanı örgütleyip, başlatacak!”29

Bununla birlikte, İttihatçıların birinci adamı hala Talat Paşa'ydı, ve Sovyetlerle anlaşma fikri de onun başının altından çıkmıştı. 1919'un başlarında, Türkiye dışındaki İttihatçılar, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İslam Devrim Toplulukları Birliği) ismi altında örgütlenmişti. Talat Paşa'nın İttihatçılar için belirlediği strateji şuydu:

“1. Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında anlaşma sağlamak. 2. İngiltere ve öteki batılılarla ilişki kurma yoluna gitmek. 3. Anadolu hareketini desteklemek”.30

Radek ile görüşmenin ardından, Enver Paşa ve İttihatçıların en önemli ideologlarından Bahaettin Şakir, İttihatçıların temsilcileri olarak Rusya'ya gönderileceklerdi. 1920'nin ilkbaharına gelindiğnde, İttihatçıların en önemli liderlerinin büyük bir kısmı Kafkasya, Orta Asya veya Moskova'daydı. Bunların arasında Enver Paşa ve Bahaettin Şakir'in yanı sıra, Mustafa Kemal tarafından gönderilmiş Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa, savaş yıllarında ismi Talat ve Enver'in yanında anılmış Cemal Paşa, Enver Paşa'nın üvey kardeşi Nuri Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi Küçük Talat Muşkara, Kazım Karabekir'in Bolşeviklerle temas kurması için gönderdiği Dr. Fuat Sabit ve Karakol Cemiyetinin kurucusu Baha Sait bulunuyordu.31

1920'nin Nisan ayında, Enver Paşa ile olduğu kadar Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, dolayısıyla Anadolu'daki milliyetçi hareketle de bağlantılı olan İttihatçılar, Bakü'de Türk Komünist Fırkası isminde bir örgüt kuracaklardı. Bu örgütün şefleri arasında Halil Paşa, Dr. Fuat Sabit ve Bah Sait vardı. Böylesi bir örgütlenmeye gidilmesi, ne diğer İttihatçılardan bir kopuşu temsil ediyordu, ne de komünizmle alakalı bir yapıydı. Temel amacı, İttihatçı siyasetin yeniden oluşturulup Bolşeviklerce kabul edilecek bir kılıfa sokulmasıydı.32 Bu çevrenin komünizmi, milliyetçilik ve Müslümanlıkla sentezlenmek kisvesi altında, milliyetçilik ve müslümanlığı kızıla boyamaktan öte bir derinliğe sahip değildi. Bununla birlikte, Sultangaliyev gibi Bolşevik Parti üyelerinin görüşlerinin de bu İttihatçıların bu noktada ifade ettiği görüşlerden çok farklı olduğu söylenemezdi.

Öyle ya da böyle, Azerbaycan'da Bolşeviklerin yeniden iktidara gelmesinin ardından Türkiye Komünist Teşkilatı'nın faaliylerinin merkezini Bakü'ye taşıyacak olan Mustafa Suphi, Türk Komünist Fırkası'nı dağıtacaktı.33 Bu hamlenin arkasında belirli siyasi kaygılar olduğu, Mustafa Suphi'nin bu çevrenin niyetlerinden şüphe duyduğu ortadaydı ki, bu yapılanmayla ilgili Mustafa Suphi şunları diyecekti:

“Bir müddetten beri Anadolu isyan hareketini devrimci Rusya ile birleştirmek ve Azerbaycan Şuralar Hükümetini oluşturmak amacıyla Kafkas ülkesi ve Bolşevik partisiyle beraber çalışan arkadaşlar bir (...) Türk Komünist Fırkası oluşturarak merkezi komitelerini seçmişlerdir. Buraya İttihat ve Terakki Hükümeti'nin savaş zamanında büyük roller oynamış bazı kimseleri ithal edilmişti.

Yakın geçmeşleri memleketin son savaş felaketleriyle alakadar olan bu kişilerle işçi ve rençber fırkasının kurulması ve temsil edilmesi olamazdı.

Onun için, bu teşkilatın dağıtılmasında tereddüt edilmemiştir.”34

Bununla birlikte, İttihatçıların Türk Komünist Fırkası'nın dağıtılmasından, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nın elde edeceği pratik bir çıkar da olduğu barizdi. Zaten özellikle daha alt mevkideki, daha genç İttihatçı kadrolar, Rusya'daki atmosferden etkilenmekteydi. Mustafa Suphi'nin bu hamlesi, Türk Komünist Fırkası'nın üyelerinin belirli bir kesiminin Türkiye Komünist Teşkilatı'na kaymasına neden olacaktı. Öte yandan, bu kanaldan Türkiye Komünist Teşkilatı'na, dolayısıyla da komünist harekete gelecek isimlerin yarardan ziyade zarar getirdiği söylenebilir. Burada verilmesi gereken örnek ise eski Deyrizor Kaymakamı Salih Zeki'dir. Eski görev yerinden esinlenerek kendisine Zor soyadını takacak olan Salih Zeki, Ermeni soykırımı sırasınca burada toplam 200,000 insanın katledilmesinin sorumlusudur. Salih Zeki Zor'un, soykırımın ardından bir muhabirle arasında geçen şu diyalog meşhurdur:

“-Senin için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar
-Benim namusum var. On bine tenezzül etmem. Daha çık bakalım.”35

Burjuvazinin, 200,000 işçi ve köylünün canına kıymış bir celladının, komünist hareketin saflarına sorgusuz sualsiz kabul edilmiş olması, yalnız Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın saflığı veya kayıtsızlığının değil, Bolşeviklerin ulusal soruna yönelik politikalarının genelinin komünistlerin alnına sürmüş olduğu bir lekedir.

Anadolu'da Sol Milliyetçilik: Çeteler, Yeşil Ordu ve Halk Zümresi

Anadolu'daki milliyetçi çetelerin geneline verilmiş Kuvva-i Milliye hareketinin mevcudu, 1919'un sonlarına kadar 6,500 ile 7,500 arasındaydı, 1920 ortalarına gelinceye kadar ise 15,000'i bulmuştu.36 Bunlar karşılık, 1921'in başına kadar, TBMM'ye bağlı düzenli ordunun sayısal gücü 6,000 kadardı.37 Dolayısıyla, askeri güçleri kısıtlığı olduğu müddetçe TBMM, Kuvva-i Milliye ile birlikte çalışmak durumundaydı. Öte yandan bu istenir bir durum değildi. İlkin, milliyetçi çeteler ile eşkiyalar ve yağmacılar arasındaki fark net değildi. Dahası, böylesi bir silahlı güç karşısında kendi gücü yeterli olmayan TBMM kendisini tedirgin hissediyordu. Ve en nihayetinde, milliyetçi çeteler ve elebaşları başarı ve ün kazandıkça, Mustafa Kemal'in hareketin önderi konumuna tehdit teşkil etmeye başlıyorlardı. Bu yüzden ilkin Mustafa Kemal ve yandaşları, TBMM'de alınan kararla bu hareketi düzenli bir ordu biçimine sokmaya çalışacaklardı ki bu da Kuvva-i Milliye hareketi içerisindeki imtiyazlı kesime çekici gelecekti. 38 Şüphesiz, kimi milliyetçi çete komutanlarının düzenli orduya girmemek için – ellerindeki gücü bırakmamak gibi – anlaşılabilir nedenleri olabilirdi, öte yandan eğer bu hareketin tabanında düzenli orduya karşı bir tepki olmasaydı, bu hareketin hiçbir mensubu düzenli orduya karşı tutum alamazdı. İşte Anadolu'da milliyetçi çetelerin sola kaymaya başlaması, böylesi bir toplumsal zeminde gerçekleşecekti.

Sol görüşlerin içerisinde en fazla yaygınlaşacağı milliyetçi çete, Kuvva-i Milliye hareketi içinde de en güçlü birlik olan, Çerkez Ethem komutasında 1919 yazında kurulmuş, ve 1920 sonlarında sayısı 5,000 kadar olacak Kuvva-i Seyyare idi.39 Çerkez Ethem, beş çocuklu bir ailenin en ufak oğlu olarak 1886'da doğmuştu. Ağabeylerinden ikisi Rumlarla çatışırken ölecek olan Ethem'in diğer iki ağabeyi, Reşit ve Tevfik, babaları tarafından Harbiye'ye gönderilmiş, asker olmasına babası izin vermeyen Ethem evden kaçarak İstanbul'da Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girmiş, başçavuş olmuş ve Birinci Dünya Savaşı'na katılmıştı. Ethem büyük ağabeyi Reşit, hem bir İttihatçı, hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesiydi ki Ethem ağabeyi aracılığıyla Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisiye girmişti. Çerkez Ethem'in Anadolu'da silahlı bir çete örgütlemesinde, Mustafa Kemal'in önemli yandaşlarından biri olan eski komutanı Rauf Orbay rol oynayacaktı. Ethem'in, başlangıçta çoğunlukla Çerkezlere dayanarak kuracağı silahlı çete, kısa zaman içerisinde gerek Yunanistan Ordusu'nun ilerlemesini engellemek gerekse TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti yanlısı isyanları bastırmakta en önemli askeri güç konumuna gelecekti. Ethem'in ağabeylerinden Tevfik, Kuvva-i Seyyare'nin komutanlarından biri, diğeri Reşit ise TBMM'de milletvekili olacaktı. Açıktı ki, Kuvva-i Milliye hareketi içerisinde Çerkez Ethem'in ve Kuvva-i Seyyare birliklerinin öne çıkmasında, Ethem'in Teşkilat-ı Mahsusa ile bağlarının önemli bir payı vardı.40

Çerkez Ethem'in ordusunun önemli bir özelliği, Kuvva-i Seyyare'nin mali kaynaklarını, bölgedeki zenginlerden 'zorunlu yardım' toplayarak sağlıyor olmasıydı. Bu da, haliyle, ulusal kurtuluş savaşını kendi kurtuluş savaşları olarak gören zenginleri rahatsız ediyor, Ethem'e ancak istemeden katlanılmasını sağlıyordu.41 Öte yandan, Ethem ve ailesi, büyük toprak sahibi sınıfa mensuplardı ve çeteciliği bir meslek olarak görüyorlardı. Ethem, haraca bağladığı zenginlerden elde ettiği kaynakla ve el koyduğu mallarla öncelikle kendi örgütünü güçlendirecekti.42 Bununla birlikte, Kuvva-i Seyyare tabanında, Ekim Devrimi'nin etkileri görülmekteydi. Kuvva-i Seyyare içerisinde, Eskişehir'den gelmiş 700 kişilik Bolşevik Taburu isminde bir birlik vardı. Bu taburun komutanı, Anadolu'ya çalışma yapmak için Mustafa Suphi tarafından gönderilmişti ve savaşmaktan çok karşıdaki orduya savaş karşıtı propaganda yapmakla ilgiliydi. Tabura bu isim, komutanından dolayı verilmişti.43 Genel olarak hareketin tabanı Bolşevizme ilgili duyuyordu, dahası Eskişehir'de Hüseyin Hilmi'nin Türkiye Sosyalist Fırkası'nın, haliyle İstanbul'daki merkezden bir hayli kopuk bir şubesi vardı. Bu arkaplan, Çerkez Ethem'i sol siyasete yaklaştıracak, Ethem, Bolşevizmle ilgili şöyle diyecekti:

“Bolşevizm dünyayı zapt edecektir. Bunu gerekli şekilde kabul edip karşılayacak olursak millet her şekilde mutlu olacaktır. Bolşeviklik, geleceğimiz için çok yararlı ve verimli olacaktır. Buna emin olunuz, Bolşevizm şimdi yurdumuzu kurtarmakta, gelecekte de insanların hayat ve mutluluğunu koruyacaktır.”44

Bu genel durum, TBMM içerisindeki kimi muhalif veya muhalif gözüken unsurların da müdahalesini getirecekti. 1920'nin Mayıs ayında, daha örgütlü bir ifade bulmamış bu hissayat, TBMM'den, içlerinde en öne çıkan isimler Tokat milletvekili Nazım Resmor, Denizli milletvekili Hakkı Behiç, İzmir Milletvekili Yunus Nadi ve Bursa milletvekili Şeyh Servet olan ön dört milletvekilinin, Yeşil Ordu Teşkilatı'nı kurmasına yol açtı. Yeşil Ordu'nun kurucuları arasında dikkate değer bir diğer kişi, Saruhan milletvekili ve Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Beydi. Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'du. Eski bir İttihatçı olan Nazım Resmor, 1868'de Erzurum'da doğmuş ve Harput valiliği yapmıştı.45 Nazım Resmor, 1918'e kadar İstanbul'da İngiliz yanlısı bir cemiyetie üyeyken sonrasında Anadolu'ya geçerek milliyetçilere katılmıştı.46 Ziynetullah Nevşirvanov, Yeşil Ordu'nun kuruluşunu şöyle açıklayacaktı:

“Değişik burjuva gruplarından meydana gelen TBMM içinde bir sınıf, daha doğrusu bir grup vardı ki, devrimci emekçi unsurlar ile askeri tahakkümcü ve muhafazakar politika izleyen unsurlar arasında yer alıyordu. Bu grup uzun süren savaş yıllarında tüccarlık etmiş, değişik mali ve ticari cemiyetlerde çalışmış ve az da olsa, ticari ya da mali sermaye sahibi olmuş kililerden oluşuyordu.

Kendisiyle işbirliğinden yarar uman doktor, avukat, gazeteci ve diğer mebuslar da, mevcut sosyal düzeni tamamen yıkmamakla birlikte, sermayenin daha hızlı dönmesi ve ticaretin daha iyi gelişmesi için zemini hazırlayacak kapsamlı sosyal reformlar için çalışan bu grubun yanında yer alıyordu. Bu grubu oluşturanlar, bütün dünya savaşı boyunca muhafazakarlığın korunmasında çıkarı olan subay, büyük çiftlik sahibi ve mollalarla birlikte İttihat ve Terakki Fırkası üyesiydi ve bu üyeliği şimdi de koruyorlardı. Onlar baştan kimi devrimci unsurlarla işbirliğine başladı ve amacı milli ve İslamcı sosyalizm olan Yeşil Ordu teşkilatını kurdu.”47

Bununla birlikte Yeşil Ordu Nizamnamesi, bu yapının nerede durduğunu, önceliklerini ve kendisine biçtiği pratiği netçe açıklayan bir belgeydi:

“Türkiye Yeşil Ordu Teşkilatı Avrupa emperyalizminin işgal ve istila siyasetini kovmak üzere kurulmuş bir mücadele teşkilatıdır.

Yeşil Ordu, tüm Türkiye'de dahi her tür emperyalizm akımlarını ve sermayelerin haksız zorbalık ve baskılarını gidermek ve yok etmekte tereddüt etmez.

Yeşil Ordu, arazi ve genel kaynaklarından nüfusun bütün fertlerinin ancak kendi emekleri, maddi kabiliyetleri ve maneviyetlerine göre faydalanmalarını temin ettmeye çalışır.
(...)
Yeşil Ordu, toplum hayatında halk hükümeti ve tam bir çalışma ortaklığı usulünü kabul eder.

Yeşir Ordu, savaş, askerlik ve muharebeyi, haksız güç elde etmenin bir yolu olarak görür. Muharebe ve mücadeleyi ancak bunlara engel olmak için emperyalizmi imha edinceye kadar meşru görebilir.

Yeşil Ordu, kendisine miras kalan altınların gölgesinde daima egemen ve baskı uygulayıcı bir azınlık olarak yaşayanlara karşı, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan, bu azınlıkların hesabına çalışan esir insanların teşkil edeceği çoğunluğun ordusudur ve hedefi bu çoğunluğun refah ve mutluluğu, özgürlüğü ve selametidir.

Yeşir Ordu yalnız bedeni veya fikri emeğinin karşılığı olarak yaşayan rençber, işçi, hademe ve memur gibi insaniyetin gerçek hizmetçilerini örgütünün en sağlam unsuru olarak bilir.

Yeşil Ordu, aile hayatına hürmetkardır.

Yeşil Ordu, İslamiyet'in bütün toplumsal temeline dayanarak gerçek mutluluk asrına dönmenin yolunun, Batı'dan gelme ihtiraslar düzenini Asya'dan çıkartmak olduğunu hak yolu, Allah yolu bilir.
(...)
Yeşil Ordu, Kızıl Devrim Ordularının samimi bir bir kardeşlik duygusuyla sonsuza dek dostu ve müttefikidir.

Yeşil Ordu'nun simgesi yeşil bayraktır. İslam kardeşliğinin bu bayrak altında toplanması ve tüm insanlığın kızıl ve yeşil bayrakların altında birleşmeleri, şanlı devrime ve gerçek mutluluğa yönelmesiyle tamamlanacaktır.”48

Yeşil Ordu'nun Talimatnamesi de örgütün siyaseten nerede durduğunu ifade etmekteydi. Ayrıca talimatname, Rusya'dan gönderileceklere ilişkin tutumu da ortaya koymaktaydı:

“Yeşil Ordu'nun yeşil cihat bayrağına şu cümle kazınmıştır: Asya, Asyalılarındır. Asya, kapılarını muharebe, sermaye, zorbalık, sınıf ve ihtiras facialarına ebediyen kapatmıştır.
(...)
Yeşil Ordu, sosyalist ve özellikle Bolşevik hareketin kamuoyunda yanlış anlaşılmaması için gayret edecek, bu görüşten kesimleri kendi amacına çekecek ve kendi bünyesinde toplayacak. Özellikle Rusya'dan bizim tarafa geçecek herhangi bir kişi dikkatle denetim altında tutulacak ve durumuna göre el altında bulundurulacaktır.
(...)
Dünya büyük bir devrim karşısındadır. Avrupa'da bir kısım iyiliksever, 'sosyalizm' uğraşı içerisinde, Batı'nın medeniyet perdesi ardındaki cinayetleri ortadan kaldırmak için, 'burjuvazi' denen hırslı vurguncularla mücadele ediyor. Bunların en büyük gayesi, çok zenginlerin taşkın birikimleriyle fakir kesimin yoksulluktan doğan sefaletine bir hat çekmektir. İslamiyet ve Şeriat bu esasları 1300 yıl önce zekat, fitre, kurban gibi yükümlülüklerle koymuş ve belirlemiş olduğundan Müslümanlar bu sosyal devrimden zarar görmek değil, aksine faydalanacaklardır. Bunun için teşkilatımızın bir ilkesi de sosyalizm hareketinden faydalanmak ve ona yardım etmektir.”49

Esasında, gördüğümüz gibi Yeşil Ordu Teşkilatı, siyaseti ve ideolojisi itibarıyla, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'daki Türkiye Sosyalist Fırkası'nın İstanbul hükümeti değil Ankara hükümeti, İtilafçı değil İttihatçı, İngiliz değil Rus yanlısı bir ikizi gibiydi. Bununla birlikte, Yeşil Ordu, temel bir özelliğiyle Türkiye Sosyalist Fırkası'ndan ayrılmaktaydı: Yeşil Ordu'nun kurucuları, Hüseyin Hilmi ve aydın arkadaşlarına kıyasla burjuva siyaset sahnesinde çok daha etkili kişilerdi. Yeşil Ordu'nun ilk kurulduğu dönemde üç farklı kesimden oluştuğunu söyleyebiliriz. Enver Paşa'nın Bolşeviklerle yakınlaşmasının kendisi için oluşturduğu tehditin boyutlarını fark eden Mustafa Kemal, Anadolu hükümeti saflarında İslamiyet ve Bolşevizmi uzlaştıracak bir örgütlenme olmasına ihtiyaç duymuştu.50 Dolayısıyla kendisine yakın kimi sol İttihatçıları buraya yönlendirmişti. Bu kesimin başını Hakkı Behiç çekmekteydi. İşlevlerini yerine getirince, Mustafa Kemal'in bu kesimle işi kalmayacak, ve bu grubu oluşturanların büyük çoğu tasfiye edilecek ve siyasi hayatları bitecekti. İkinci bir kesimi, bu noktaya kadar Mustafa Kemal'in yakın çevresinin dışında kalmış olan İttihatçılar oluşturuyorlardı. Kimi noktalarda sosyal devrim şiarını yükseltmekle birlikte, bu kesim için Yeşil Ordu mevcut dalgayı çıkarlarına kullanmaları için bir araçtan ibaretti ve görüşleri Enver Paşa'nın görüşlerine yakındı. Bu kesimin en önemli temsilcisi Yunus Nadi'ydi ki yeni koşullar bu kesimin önüne olumlu fırsatlar sunacaktı. Öte yandan, gerçek anlamıyla enternasyonalist sosyalist veya komünist sayılamayacak olsalar da, en azından Mustafa Kemal'e muhalefetleri ve Sovyet taraftarlıkları konusunda ciddi ve samimi olan, ve gerçekten toplumsal bir devrimin Türkiye'de gerekli olduğu sonucuna varmaya başlamış, yani sol düşünceleri İslamcılıklarına değilse bile İttihatçılıklarına ağır basmaya başlamış bir kesim de Yeşil Ordu içerisinde bulunuyordu. Bu kesimin başını da Nazım Resmor ve Şeyh Servet çekmekteydi. Yeşil Ordu'nun temel belgelerini yazan ve en fazla ciddiye alan da bu kesimdi.51

Ankara'daki kuruluşunun ardından, Yeşil Ordu, hızla örgütlenmeye girişerek Eskişehir'de ikinci bir şube açtı, Bursa, Amasya, Elazığ ve Konya gibi illerde çalışma yapmaya başladı. Bu çalışma temelde bürokrasinin olanaklarını kullanarak örgütün programını yaymaktan ve yeni üyeler kazanmaktan oluşuyordu. Üyeler, Yeşil Ordu'ya yemin ederek katılıyorlardı – nihayetinde Yeşil Ordu gizli bir teşkilattı.52 Bu çalışmalarla birlikte, dağılana kadar Yeşil Ordu, Ankara ve Eskişehir'in yanısıra Bursa, Konya, Malatya, Kayseri ve Elazığ'da örgütlenecekti.53 Yeşil Ordu'nun üyeleri TBMM'de faal olsalar ve siyasi güce, belirli bir siyasi bilgiye ve deneyime sahip olsalar da, Yeşil Ordu içinde şu veya bu şekilde Mustafa Kemal'e gerçekten muhalif olanların elini zayıflatan, Mustafa Kemal'in adamlarının ise süreçte etkin olmalarını sağlayan bir olgu vardı: Yeşil Ordu aslında bir ordu değildi, ve herhangi bir askeri gücü yoktu. Bu durum böyle oldukça da Mustafa Kemal'in Yeşil Ordu'da muhaliflerin barınmasından korkmasına gerek yoktu. Öte yandan Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Bey'in Yeşil Ordu'nun kuruluşunda yer almış olması, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin Yeşil Ordu'yu gerçekten bir ordu yapması olanağını barındırıyordu. Şüphesiz, Yeşil Ordu'nun Kuvva-i Seyyare'ye ihtiyacı olduğu kadar, Kuvva-i Seyyare'nin de Yeşil Ordu'ya ihtiyacı vardı: Yeşil Ordu, belirgin bir siyaseti ve dolayısıyla siyasi bir iddiası olmayan Kuvva-i Seyyare'ye siyasi bir kanat kazandırabilirdi. Reşit Bey'in Yeşil Ordu kurucuları arasında yer alması, Kuvva-i Seyyare'nin, kendisinin de aralarında bulunduğu kurmaylarının da mevcut olanakları görmüş olduğunu göstermekteydi. Bu minvalde, Reşit Bey, esasında Yeşil Ordu'nun en kritik üyesiydi. Tek bir sorun vardı: Çerkez Ethem 1920'nin büyük bir kısmını, TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti ve Hilafet yanlısı ayaklanmaları bastırarak geçirmişti ve Ankara hükümeti, Ethem'den Yeşil Ordu'nun kurulduğu dönemde patlak veren ve gün geçtikçe büyüyüp Ankara'yı tehdit eder noktaya gelen Yozgat isyanını bastırmasını rica etmek durumunda kalmıştı.54 Yeşil Ordu'nun kaderini, Çerkez Ethem'in Yozgat'ta ne yapacağı belirleyecekti.

1920'nin Temmuz ayında, Çerkez Ethem muzaffer ve hiç olmadığı kadar güçlenmiş bir şekilde Ankara'ya döndü. Çerkez Ethem'in bu noktada Yeşil Ordu'ya bizzat katılması, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun genişlemesinin Kuvva-i Seyyare'yi de kapsaması, Yeşil Ordu'nun durumunu ve dengeleri tamamen değiştirecekti. Mustafa Kemal, Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katıldığı haberini alır almaz teşkilatın faaliyetini durdurmasını savunacaktı ama artık çok geçti.55 Çerkez Ethem, ilk hücumu, Yozgat ayaklanmasının suçunu, isyanın hilafet yanlısı liderlerini uyarmakla itham ettiği Ankara valisi Yahya Galip'e yükleyip ve bu kişinin tutuklanarak Yozgat'a gönderilmesini isteyerek yapmıştı. Yahya Galip Mustafa Kemal'in yakın çevresindendi, ve Çerkez Ethem'in belki de bir sonraki adım olarak sorumluluğu Mustafa Kemal'e atmak niyetiyle yaptığı bu hamleye karşı Mustafa Kemal bir ayak oyunuyla Yahya Galip'i kurtarmıştı. Ankara'dan Eskişehir'e dönerken Çerkez Ethem Mustafa Kemal'e dair şöyle diyecekti:

“Ankara'ya döndüğümde Büyük Millet Meclisi Başkanı'nı meclisin önünde astıracağım.”56

Çerkez Ethem, Eskişehir'e döndükten sonra, burada Yeşil Ordu'nun kuruluş döneminde önüne koyduğu hedeflerden birini gerçekleştirerek burada bir günlük gazete çıkartılmasını sağlayacaktı. Bu gazeteyi çıkartacak olan isim, Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare saflarında rastladığı Arif Oruç adlı bir gazeteciydi. Ethem, hem Arif Oruç'a matbaa kuracak, hem de düzenli para yardımı yapmaya başlayacaktı.57 Gazetenin ismi Seyyare Yeni Dünya – Kuvva-i Seyyare'nin Yeni Dünya'sı anlamında – olarak belirlendi. Çerkez Ethem, böylelikle, hem Mustafa Suphi'nin Rusya'da çıkardığı yayınla aynı ismi alarak Bolşeviklere bir selam göndermiş oluyor, hem de yayının ismine kendi silahlı kuvvetlerinin ismini ekleyerek Kuvva-i Seyyare'yi Mustafa Suphi'nin komünizmine bağlıyordu. Cumartesi günleri hariç günlük yayınlanan Seyyare Yeni Dünya'nın her sayısı 3,000 nüsha basılıyordu. Seyyare Yeni Dünya, İslami Bolşevik Gazete ünvanıyla çıkıyordu, ve sloganı 'Dünyanın fukara-i kasibesi (fakir çalışanları), birleşin' idi ki bu ifade, Azeri Bolşeviklerinin yayınlarında sürekli kullanılmaktaydı.58 Seyyare Yeni Dünya gazetesinin çıkmaya başlaması, Yeşil Ordu'nun örgütlenme ve propaganda çalışmalarına hız katacak, gazeteye abone sağlamak faaliyetin önemli bir kısmı haline gelecekti.59

Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katılması, esasında Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'nun kontrolünü ele alması anlamına gelmişti. Çerkez Ethem ve kardeşleri, eski İttihatçılar olmalarına rağmen, Yeşil Ordu içerisindeki diğer üç kesimden ayrı, dördüncü bir kesim olarak değerlendirilebilirlerdi ancak. Düzenli ordunun başındaki Mustafa Kemal, gücünü düzensiz birliklerden alan Çerkez Ethem'in doğal rakibiydi, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun Çerkez Ethem'in kontrolüne geçmesiyle Mustafa Kemal'e yakın grubun Yeşil Ordu içerisinde doğrudan bir etkisi kalmamıştı. Öte yandan, Ethem diğer iki gruptan müttefiklerini korumaktaydı. Bu noktada Çerkez Ethem'in askeri gücü, himaye ettiği çeteci Demirci Mehmet Efe'nin 800 kişilik birliğiyle ve kendisine sempati duyan diğer Kuvva-i Milliye şeflerinin olası desteğiyle, düzenli orduya en azından denkti. Hatta Ethem'in kuvvetlerinin hem Kuvva-i İnzibatiye'ye hem de Yunanistan Ordusu'na karşı başarıları ve düzenli ordunun firar sorunu düşünülünce, büyük ihtimalle Ethem'le düzenli ordu arasında topyekün bir savaş olsaydı, Ethem kazanırdı. Öte yandan Yunanistan Ordusu, hem Kuvva-i Seyyare ve düzenli ordunun toplamından birkaç kat daha güçlüydü. Bu yüzden Çerkez Ethem de, Mustafa Kemal de birbirleriyle çatışmak istemiyorlardı. Bu da Yeşil Ordu'yu, ivme kaybetmemek için Ankara'daki mecliste elini denemeye yönelik harekete geçmeye zorlamaktaydı.

1920'nin Ağustos ayının sonlarında, Yeşil Ordu Genel Sekreteri Nazım Resmor'un TBMM'deki diplomatik çabaları sonucu, Yeşil Ordu'nun TBMM'deki üyeleri, Halk Zümresi adı altında örgütlendiler. Halk Zümresi, bu noktada meclisin toplam 85 üyesini kapsamaktaydı. Halk Zümresi, TBMM içerisinde bir grup olarak, haliyle Yeşil Ordu'dan farklı bir siyasi programa sahipti. Bu programı, Yeşil Ordusu içerisindeki muhalif İttihatçı kanadın lideri Yunus Nadi yazmıştı:60

“Memlekette her durum ve koşulda halkı hakim kılmak üzere Halk Zümresi kurulmuştur.
(...)
Zümre İslamiyet'in kutsal kurallarını korumayı ve Müslümanlığın ilk dönemindeki saadet asrı düzenine geçmeyi ve Batı'dan gelecek her türlü ahlaki bozulmayla ve zorbalıkla mücadele yolunu Hak yolu, Allah yolu bilir.

Zümre'nin hedefi halkın genel refahını eşit hale getirmek için hizmet etmektir. Zümre'nin nazarında; bedeni ve fikri emeği ile geçinen rençber, işçi, zanaatkar, öğretmen, memur, hademe gibi mesleklerde çalışanlar toplumsal hayatın gerçek yol göstericileridir.
(...)
Zümre, kapitalistlerin uydurması ve emperyalistlerin haksız müdahalesi ve tahakkümu olan dış borçları ve yabancılara imtiyazları, masum halk adına, en haksız bir zalim külfet olarak görür.”61

Halk Zümresi'nin programında ayrıca ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, işçi ve köylülerin çalışma koşullarının düzenlenmesi, toprak reformu, üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulması, 18 yaşında gelen herkese seçme, 25 yaşına gelen herkese seçilme hakkı verilmesi ve isim olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Büyük Şura isminin kullanılması vardı. Burada dikkat çekici olan, Padihşahlık ve Hilafet vurgusu yapılmayarak, ilk defa TBMM'de bir padişah veya halifenin olmayacağı bir yapılanma, yani bir cumhuriyet yapılanması fikrini gündeme getirmesiydi. Bu görüşler arasındakilerin kimi Mustafa Kemal'in kendi görüşlerine gayet yakındı, öte yandan bu fikirler şeklen Rusya'yla da uyumlu olacak biçimde ifadelendirilmişlerdi ki Mustafa Kemal'in daha Batılı fikirleriyle bu noktada çelişmekteydiler.62 Her halükarda, Ziynetullah Nevşirvanov'un Halk Zümresi'ne dair şu yorumu, gerçeği yeterli biçimde yansıtıyordu:

“Bu grubun programı ustaca hazırlanmıştı ve Meclisteki devrimci, reformcu ve hatta muhafazakar-şeriatçı unsurları bile ürkütmeyecek kadar üstü örtülü ve esnekti.”63

Toplam mevcudu 200 civarı olan TBMM'de 85 kişilik az bir rakam değildi. Halk Zümresi, mecliste hamlesini 4 Eylül'de yaptı. Yapılacak Dahiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) seçimlerinde Halk Zümresi, Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'u aday gösterdi, ve Nazım Resmor, ikinci turda, Mustafa Kemal'in 65 oy alan adayı Refet Bele'ye karşı 98 oyla kazandı. Bu bir güç gösterisiydi, fakat yine de hatalı bir hamleydi. Askeri açıdan Çerkez Ethem Eskişehir'de güçlüydü – Mustafa Kemal Ankara'da güçlüydü, ve meclis Ankara'daydı. Çerkez Ethem'in Ankara'ya askeri bir müdahalesinin söz konusu olmaması da, aslında Mustafa Kemal ve yandaşlarına Ankara'da mutlak bir müdahale alanı veriyordu. Mustafa Kemal, bu gücünü daha kullanmamıştı – büyük ithimalle Halk Zümresi'nin şefleri buna kanmışlardı – ama kullanacaktı. Öncelikle, iki gün içerisinde Mustafa Kemal'in bizzat kendisine karşı demeçleri ve alttan yoğun baskı ve tehditler sonucunda Nazım Resmor bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı.64 Sonrasında, Yunus Nadi'nin Yeşil Ordu içerisinde artık bir ağırlığı kalmamış olsa da Halk Zümresi'nde ezici bir çoğunluğa sahip olan muhalif İttihatçı arkadaşlarıyla anlaşma sağladı. Yunus Nadi bu noktadan sonra tamamen Mustafa Kemal'in çizgisine ve çevresine kayacaktı.65 Nazım Resmor'un istifasının ardından yapılan seçimlerde, Mustafa Kemal'in adayı Refet Bele, 131 oyla seçilecekti.

Yeşil Ordu içerisinde yer alan muhalif İttihatçılar, temelde Mustafa Kemal'in etrafında oluşmuş bloğun içerisinde kendilerine yer bulamadıkları için böylesi bir işe girmişlerdi. Ortada hem tehdit unsuru, hem de baştan istedikleri iktidara dahil olma şansı olunca, Mustafa Kemal'in bu kanadı kazanması zor olmayacaktı. Böylelikle Çerkez Ethem'e yalnızca Yeşil Ordu'nun üçüncü grubu, yani Mustafa Kemal'e muhalefetlerinde ve Sovyet yanlılıklarında daha ciddi olanlar kalıyordu. Bu grup ise mağlup olmuştu ve meclis içerisindeki milletvekili sayısı bir avucu geçmiyordu. Çerkez Ethem'in Ankara'daki iddiası, neredeyse başlamadan bitmişti.

Gerdûn

1http://en.wikipedia.org/wiki/Ottoman_casualties_of_World_War_I

2Özdemir, Ahmet. “Savaş Esirlerinin Milli Mücadeledeki Yeri”. Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, C. 2, Yıl: 3, Sayı: 6 (Kasım 1990), s. 322

3Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 169-170

4Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 56

5Manatov, Şerif. “Mustafa Suphi Beş Sene Evvel Moskova'da”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 46

6en.wikipedia.org/wiki/Sultan_Galiev

7http://web.archive.org/web/20051122003036/http://harikumar.brinkster.net/MLRB/Sultan-Galiyev-FINAL.htm

8Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 171

9Duman, Oğuz Şaban. Doğu-Batı Meselesi ve Sultan Galiyev. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını. 1999. s. 100-1

10Sultangaliyev, Mirsaid. “1918 Konuşması”. http://web.archive.org/web/20051122003036/http://harikumar.brinkster.net...

11Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 53

12Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

13Suphi, Mustafa. “1918 Moskova'da Türk Sol Sosyalistleri Kongresinde Mustafa Suphi Yoldaş'ın Nutku”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 60

14Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 202

16Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 98- 104

17Boran, A. Metin. “Suphilerin Anadolu'ya Gelişi”. http://marksistteori.com/suphilerin-anadoluya-gelisi/

18http://www.politike.ru/dictionary/477/word/manatov-sharif-ahmetzjanovich

19Bennigsen, Alexandre and Chantal Lemercier-Quelquejay. “Islam in the Soviet Union”. Praeger, 1967, Londra. s. 85

20http://www.politike.ru/dictionary/477/word/manatov-sharif-ahmetzjanovich

21http://ru.wikipedia.org/wiki/%D0%92%D0%B0%D0%BB%D0%B8%D0%B4%D0%BE%D0%B2,_%D0%90%D1%85%D0%BC%D0%B5%D1%82-%D0%97%D0%B0%D0%BA%D0%B8_%D0%90%D1%85%D0%BC%D0%B5%D1%82%D1%88%D0%B0%D1%85%D0%BE%D0%B2%D0%B8%D1%87

22Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları”. Boğaziçi, 1975, İstanbul. s. 98-99

23Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154, 332

24Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s. 11-4

25Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s.14

26Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 88

27Ginzberg, Rolland ve Süleyman Nuri. “Sol Muhalefet'in Deklerasyonu”. “Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet”. Derleyen: Erden Akbulut. Tüstav, 2002, s. 59

28Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 26

29Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 27

30Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39

31Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39-41

32Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 43

33Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 45

34Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 103

35Uzun, Selçuk. “Der Zor Cehenneminden TKP Teşkilat Bürosuna: Salih Zeki (Zor)”. 2012. http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6919

36tr.wikipedia.org/wiki/Kuva-yi_Milliye

37http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Kara_Kuvvetleri

38Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 119-120

39http://www.filozof.net/Turkce/yakin-tarih/7573-kuvvei-seyyare-nedir-kurulusu-sayilari.html

40Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 82-3

41Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 85

42Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 88-9

43Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

44Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 14

45Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55-7

46Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 155

47Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

48Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 18-9

49Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 22-3

50Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55

51Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 60-3, 71

52Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

53Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

54Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 84

55Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 73

56Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 87

57Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

58Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 91

59Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

60Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24-5, 156-7

61Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 28

62Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 136-7

63Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

64Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24

65Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 69



Kemalizme Karşı Komünizm (5)
Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat













14 Temmuz 1920: Türkiye Komünist Partisi'nin Gerçek Kuruluş Tarihi

1920, Mustafa Kemal'in Anadolu'da hakimiyetini ciddi bir biçimde pekiştermeye çalışmakta olduğu bir yıldı. Mustafa Kemal, TBMM'ye karşı çıkan İstanbul hükümeti yanlısı ayaklanmalar, Türk milliyetçilerinden sayıca kat kat üstün Yunanistan Ordusu'nun mevcudiyeti, ve meclisin içerisinde veya dışarısındaki İttihatçı kökenli muhalif kesimlerle karşı karşıyaydı. Bu güçlere karşı ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, sağlam ilişkiler kurduğu Sovyet Rusya'ya ve İtalyan emperyalizmine dayanmaktaydı. Sovyet Rusya, Kemalistlere açık destek verirken, İtalyan emperyalizmi alttan destek vermek durumundaydı. Ve her ne kadar Bolşevik liderler gerek Mustafa Kemal ile ilişkileri, gerekse Kemalistlere verdikleri destek açısında saf davranmış, Mustafa Kemal'in sözlerine kanmış olsalar da, Mustafa Kemal kendi hareketi ile bu dönemin Sovyet Rusya'sının sınıfsal temeli arasındaki farkı, belki kimi Bolşevik liderlerden de daha iyi kavrıyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal, Sovyet Rusya'nın uzattığı kadife eldivenin ardında, kendi burjuva hareketini dağıtmakta tereddüt etmeyecek demirden bir yumruk görüyordu. Komünist Enternasyonal'in desteklediği milliyetçi hareketlerin olduğu toprakta bile komünist örgütlenme yapmak görüşü ise Mustafa Kemal'i iyice tedirgin ediyordu. 1920'nin yaz ayında Anadolu'nun ilk komünistleri örgütlenmeye başlayınca, bu korkular iyice şiddetlenecekti.

Şerif Manatov isimli Komünist Enternasyonal temsilcisi, 1919'da İstanbul'da Bolşevik propagandası yaptığı için Fransızlarca tutuklanmış, fakat İstanbul'da bulunduğu sürede yerel sosyalistler arasında desteğini kazandığı kişilerin yardımıyla hapisten kaçmıştı. Manatov bu yoldaşlarının yardımıyla 1920'nin Mayıs ayında önce Eskişehir'e, sonra Ankara'ya geçecekti. Eskişehir'de yerel Sosyalist Fırkası şubesinin İşçi adlı yayın organında Bolşevizmi anlatan bir yazısı çıkacak olan Manatov'un Kemalistlerle tanışması ve onları iyi kötü anlamaya başlaması Ankara'da olacaktı. 1920'nin Haziran ayında, Ankara'da komünizmle ilgili açık bir konferans veren Manatov, Türkiye nüfusunun sorunlarının tek çözümünün komünist devrimde olduğunu anlatacaktı. Manatov, bu konferansta tanıştığı Salih Hacıoğlu ile Türkiye'de bulunduğu müddetçe birlikte siyasi faaliyet yürütecekti.1 Salih Hacıoğlu 1880’de doğmuş bir askeri baytardı. Gelecekte ulusal kurtuluş hareketinin önderlerinden ve daha sonra da başbakan ve cumhurbaşkanı olacak olan, o sırada ise padişah jurnalcisi olan İsmet İnönü ile aynı okulda okumuş, hatta sol eğilimleri nedeniyle İsmet İnönü’yle kavga etmiş ve Basra’ya sürülmüştü.2 Ardından Makedonya’da çalıştıktan sonra İstanbul’da öğretmenlik yapmaya başlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda ordu tarafından çalışması için Gelibolu, Rus cephesi ve Arabistan gibi, savaşın en korkunç hallerinin yaşandığı cephelere gönderilmişti. En sonunda Salih Hacıoğlu savaştan iğrenerek veteriner arkadaşlarıyla Adana’ya kaçmış, daha sonra Ankara’ya geçip ve bir hayvan hastanesinde çalışmaya başlamıştı.3

Manatov ve Hacıoğlu, kısa süre sonra Ankara'da Yeşil Ordu'nun temsilcileriyle tanışacaklardı. Yeşil Ordu temsilcileri, onlara kurmak istedikleri gibi bir partinin, yani bir Bolşevik Partisi'nin gizlice örgütlendiğini söyleyerek Manatov ve Hacıoğlu'nu Yeşil Ordu lideri Nazım Resmor'la tanıştırdılar. Nazım Resmor da, onları and içtirerek üye yaptıktan sonra örgütün nizamnamesini verdi ve onları Ankara şehir komitesini kurmakla görevlendirdi. Öte yandan Manatov ve Hacıoğlu, bu belgeyi incelediklerinde burada eksik veya yetersiz bir çok noktanın yanı sıra, komünizmin ilkeleriyle de doğrudan çelişen noktalar olduğunu göreceklerdi. Buradan yola çıkarak da Manatov ve Hacıoğlu, Türkiye Komünist Partisi Nizamnamesi isimli belgeyi kaleme aldılar ve Yeşil Ordu Merkez Komitesi'ne, ancak bu programı tanıyacaklarını ve bu program temelinde örgütlenme yapacaklarını beyan ettiler. Birkaç günlük tereddütün ardından, Yeşil Ordu Merkez Komitesi, Manatov ve Hacıoğlu'na faaliyetlerini kesmelerini söyledi. Buna karşı Manatov ve Hacıoğlu, Ankara'daki kimi Yeşil Ordu üyeleri arasından kazandıklarıyla birlikte, Türkiye Komünist Partisi'ni örgütlemeye giriştiler. Kısa bir süre içerisinde İstanbul'daki Sosyal Demokrat Parti'nin sol kanadından Ziynetullah Nevşirvanov da, İngiliz polislerinden kaçması gerekince Ankara'ya gelerek partiyi örgütleme çalışmalarına katılacaktı.4 Kısa bir süre içerisinde, bu çalışmalarını Eskişehir'e de yayacak olan parti, buradaki Sosyalist Fırkası'nın İşçi isimli yayın etrafındaki şubesini de bünyesine katmayı başardı. 14 Temmuz 1914'te Türkiye Komünist Partisi yayınladığı 1. Beyanname ile kuruluşunu duyuracaktı. Kuruluş döneminde partinin 140'a yakın kadar üyesi vardı. Salih Hacıoğlu Genel Sekreter seçilmişti. Manatov ve Nevşirvanov'un içinde olduğu Merkez Komitesi ise beş erkek, üç kadından oluşmaktaydı.5

Yeşil Ordu, her ne kadar gizli bir teşkilat olduğu iddiasında bulunuyor olsa da, esasında bu gizlilik iddiası resmen kayıtlı bir yapı olmamasından gelmekteydi ve özünde gevşek bir örgütlenmeydi. Nazım Resmor, İstiklal Mahkemesi'nde Yeşil Ordu'ya dair verdiği ifadede durumu şöyle açıklamıştı:

“Şu kadarını arz edeyim ki; bu gizlilik hükümete karşı değil, sosyal devrimlerden kuşkulandığı bilinen emperyalist Avrupa'ya karşıdır. Biz Avrupa'nın Doğu sosyal devrimini Anadolu'da boğmaya kalkarak ülkemize saldırmasından korkuyorduk. İşte gizliliğimizin nedeni budur”.6

Buna karşılık, kimi kaynaklarda 10 Eylül'de Bakü'de kurulacak partiden ayrılması için (Hafi) TKP olarak da anılan Türkiye Komünist Partisi'nin gizliliği, öncelikle hükümete karşıydı. Anadolu çoğrafyasında ortaya çıkan ilk gerçekten komünist örgüt olan bu parti, en başından beri Kemalistlere karşı illegal çalışması gerektiği düşüncesine sahip olmuştu. 1920'nin Haziran alında kaleme alınan Türkiye Komünist Partisi Genel Nizamnamesi, partinin programatik ilkelerini ortaya koymaktaydı:

“Bütün insanlığa refah ve saadet temin edecel olan dünya devriminin Türkiye'de bir an önce meydana gelmesini sağlamak ve sosyalizmi gerçekleştirmek için Türkiye'de bir Komünist yani Bolşevik partisi kurulmuştur.

TKP, kapitalizm ve emperyalizmin baskılarından bütün ezilen ulusların ve sınıfların kurtulması için bütün gücüyle mücadele edecektir.

Yönetim biçimi konusunda, Türkiye Bolşevikleri Rusya şura teşkilatının esaslarını kabul ederler.

Türkiye Bolşevikleri (...) sosyalizmi yerleştirinceye kadar proletaryadan oluşmuş bu şuraların diktatörlüğünü savunurlarlar.

Türkiye Bolşevikleri şura hükümetlerinin meydana gelişini şimdilik burjuva ve toprak sahibi sınıfını seçilme hakkından mahrum eder.

Türkiye Bolşevikleri bu mücadelede başarılı olmak ve bütün insanlığa hizmet etmek için her ülkedeki komünist sosyalist teşkilatlarıyla sıkı bir ittifak kurarak onlarla birlikte hareket ederler. Ve Üçüncü Enternasyonal'e bağlıdırlar.

Türkiye Bolşevikleri, savaş ve askerliği ve bunlardan kaynaklı bütün eşitsizlikleri ve haksızlıkları reddederler. Savaş ve mücadeleyi ancak militarizm ve emperyalizm imha edilinceye kadar meşru görebilirler.

Toplumsal devrim sonucunda dünyada sosyalizm yerleşinceye kadar geçici bir devrim ordusu kurulur.

Türkiye Bolşevikleri (...) özellikle özel mülkiyeti ortadan kaldıracaktır.
(...)
Türkiye Bolşevikleri, sosyalistliği kabul eden diğer uluslar ile Türkiye arasında her tür siyasi sınır ve gümrük kısıtlamalarını ortadan kaldıracaklardır.”7

Bu programatik ilkelerin ortaya koyduğu en çarpıcı nokta, TKP'nin proleter enternasyonalizm temelinde kurulduğu ve Türkiye'de, dünya devriminin bir parçası olarak bir sosyal devrimin gerçekleşmesi ve bu devrimin, işçi konseylerinin iktidarında somutlaşacak bir proletarya diktatörlüğüne yol açması programıydı. Türkiye Komünist Partisi'nin Genel Nizamname'sinde bu noktadan sonra toplumsal hayatın nasıl düzenleneceğini betimleyen detaylı maddeler vardı. Nizamname, Komünist Enternasyonal'in genel ilkelerinden belirgin bir biçimde esinlenmişti, dolayısıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyordu. Öte yandan pratikte TKP'nin 1. Beyanname'si, komünist ilkelerden yola çıkarak, pratikte bu noktayla çelişiyor ve Kemalist harekete net bir biçimde karşı olduğunu ifade ediyordu:

“Türkiye’de Merkez Komitesi Ankara’da olmak ve sosyalizmi yerleştirmek üzere Üçüncü Enternasyonal’in şubesi bir Komünist Partisi kurulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, komünizmin esaslarından ibaret olan Nizamnamesi çerçevesinde halkla tartışmak ve bu büyük amaç etrafında insanları toplayarak eski zihniyet ve inançlar üzerine kurulmuş mevcut düzeni yıkmak ve sosyal devrimi meydana getirmek amacıyla oluşturulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, mevcut koşulları analiz ederken ülkeyi ve halkı iki eğilimin etkisi altında görmektedir. Bunlardan biri İstanbul hükümetinin ortaya koyduğu, diğeri de Kuvva-i Milliyenin oluşturduğu eğilimlerdir.

İstanbul hükümeti esas itibariyle eski mutlakıyetçi aristokratik bir idareden, yani eski sultanlık devrinin diriltilmesine uğraşan bir yapıdan başka bir şey değildir. İstanbul hükümeti bu esasları gerçekleştirmek için bütün ezilen kesimlerin düşmanları olan kapitalist müttefik devletlerle birleşmek ve bütün varlığıyla onlarla dayanışmaktan çekinmeyen, insanları birbirlerine kırdırmaktan ve en adi düşmanlara çiğnetmekten zevk alan, şerefsiz, haysiyetsiz ve hatta vicdansız bir kitleden başka bir şey değildir.

Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulmuş olan Kuvva-i Milliye hükümetine gelince: saray hükümetinin aldığı bu korkunç aldığı bu korkunç tutum üzerine ülke içindeki milliyetçiler, ülkenin demokratik burjuva sınıfına dayanarak adı geçen şahsın etrafında toplanarak İstanbul hükümetine karşı milliyetçi bir savaş gerçekleştirmek amacıyla, nüfusun bütün işlerine zorla el atan bir olağanüstü hükümet kurdular.

Ankara hükümetinin kendisine savaş için bir dayanak noktası oluşturmak üzere zaten uzun ve ezici bir savaştan çıkmış, ne yapacağını şaşırmış ve savaştan bitkin düşmüş bu yorgun halkı savaşa seferber etmesi, bunun için de onlara yeni bir ruh vermesi gerekiyordu. Kuvva-i Milliye hükümeti bunu da bulmakta güçlük çekmedi.

Uluslararası sermayeye düşman olduğunu, kapitalist hükümetlerin yıkılmasını ve bütün dünyada sosyal devrim yapılmasını azmettirdiğini her tarafa ilan eden Müslüman ülkelerin kitlelerine de destek vaat eden Rus Sovyet hükümetiyle ittifak kurduklarını ve onlardan para, top, silah hatta asker bile geleceğini ilan ettiler. Fakat burjuva elinde bulunan bu hükümet de iki yüzlülük siyasetini elden bırakmadı. Burjuvazinin etkisi altında milliyetçiliği bırakmayan bu hükümet buna rağmen Rusya’daki akımı alkışlamaktan da kendisini alı koymadı. Milliyetçilikten ayrılmadığını, aylardan beri eski düzeni koruduğunu özellikle komünizm akıma yaptığı fiili saldırılarla gösterirken, iki yüzlü siyaseti de elden bırakmayarak Rusya Sovyet hükümetine ve hatta Üçüncü Enternasyonal kongresine maskeli milliyetçi siyasetçileri delege olarak gönderdi.

Özetle yukarıda açıklanan duruma dayanarak Türkiye Komünist Patisi, bir tarafta zorba diğer tarafta aldatıcı iki siyasi eğilimin mevcut ve hakim olduğunu, daha açık bir ifadeyle Türkiye Komünist Partisi için, bir tarafta müttefik güçler ve onları destekleyen İtilafçılar, diğer tarafta onlardan hiçbir farkı olmayan ve fakat maske ile ortaya çıkan eski İttihatçılardan oluşan Kuvva-i Milliye hükümeti olduğunu ve iki hükümetle de hiçbir alakası olmadığını beyan eder. Dünya devriminin bir ordusu olarak kızıl bayrak altında bütün dünyadaki komünist yoldaşlarıyla beraber çalışmayı en öncelikli görevlerinden sayan Türkiye Komünist Partisi, bu yoldaşlarını coşku ve samimiyetle selamlamayı bir onur sayar ve onların zaferlerini kendi zaferi olarak görür. Yaşasın enternasyonal sosyal devrim!”8

Türkiye Komünist Partisi'nin, Kemalist ulusal kurtuluş hareketini ve Türkiye sınırları içerisinde faal olan bütün burjuva siyasetlerini reddeden bu tutumu, partinin Eskişehir şubesince de paylaşılmaktaydı. Eskişehir İl Komitesi Kuvva-i Milliye ve TBMM'yi şöyle açıklamaktaydı:

“Bir tarafta İtilaf devletleri ve en zalimleri olan İngiliz, Yunan ve Ferit Paşa Hükümeti, diğer tarafta milliyetçiler mevkilerini tuttular ki şu şekilde mevcut durum ortaya çıktı: ancak milliyetçilerin her tarafta ilçe ve şehir merkezlerinde oluşturdukları ve seçilmiş adını verdikleri Kuvva-i Milliye tamamen burjuvalardan oluştu; çünkü seçim zamanı para ve sonuçta nüfuz bütün varlığıyla vicdanlara hakimdi.

Kuvva-i Milliye'ye dayanılarak her bölgeden çağırılan beşer milletvekili hemen eskseriyetiyle bunlar tarafından oluşturularak seçildi. İşte bugün Milli Teşkilat'ın ve Milli Meclis'in kaynağı ekseriyetiyle bu zengin kuvvetlerdir.”9

Türkiye Komünist Partisi'nin kurulduğu dönem, Anadolu bir hayli hareketliydi. Milliyetçi çetelerin en güçlüsü olan Kuvva-i Seyyare'nin lideri Çerkez Ethem, tam da bu dönemde Ankara hükümetiyle açık olarak çelişkiye düştükten sonra Eskişehir'e dönmüştü. Eskişehir'in Çerkez Ethem'in kontrolü altında olması da, bu şehirde TKP için daha farklı olanaklar açmaktaydı. Şerif Manatov'un şehirdeki çalışmaları Eskişehir'deki Sosyalist Fırka şubesinin tamamının TKP'ye katılması sayesinde bu kentte partinin kontrolünde iki matbaa vardı ve kısa süre içerisinde bu matbaalardan parti programının yanı sıra bol miktarda bildirge ve brolüş basılmaya başlanacaktı.10 Salih Hacıoğlu, iki yıl sonra bu dönemdeki faaliyetleri şöyle anlatacaktı:

“Bunlar Eskişehir'de açıkça halka ücretsiz dağıtıldığı gibi cepheye ve özellikle Ethem'in çetesine ikiyüzer nüsha gönderildi ve Ankara ve çevresindeki köylere ve Anadolu'nun hemen her tarafına gizli olarak dağıtıldı. Halk üzerinde çok önemli bir etki yapan bu bildirgeler Mustafa Kemal Paşa'yı son derece öfkelendirdi.”11

Milliyetçiliğin her türünü lanetleyen ve Kemalistlerle TBMM'ye tamamen karşı çıkan TKP'nin Çerkez Ethem'e ve onun komutasındaki Kuvva-i Seyyare'ye bakışı neydi? TKP'nin Çerkez Ethem'i herhangi bir dönem doğrudan desteklediğini söyleyemeyiz. Bununla birlikte, özellikle Eskişehir'de ilk başta bu şehirde örgütlenmeye çalışan TKP liderlerinin özellikle Çerkez Ethem'in siyasi sözcüsü konumundaki Arif Oruç ve Seyyare Yeni Dünya ile bir dirsek teması olmuştu. Seyyare Yeni Dünya'nın ilk üç sayısında Şerif Manatov'un yazıları çıkacaktı.12 Öte yandan, Şerif Manatov'un Eskişehir'den ayrılmasının ardından, Seyyare Yeni Dünya'ya milliyetçi ve İslamcı bir hava hakim olmaya başlayacaktı ki daha sonrasında şehre dönen Ziynetullah Nevşirvanov ile birlikte dönen Manatov'un bu konuda Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e yönelttiği eleştiriler etkisiz kalacaktı. Manatov ve Nevşirvanov özellikle bu noktadan sonra Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e karşı daha dikkatli olmaları gerektiğini düşünmeye başlamakla birlikte, Arif Oruç'un Seyyare Yeni Dünya'da, Yunus Nadi'nin çıkarttığı Yeni Gün gazetesinde Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nin Doğu Halklarına Çağrısı'nın Kemalistler lehine çarpıtılmış bir çevirisinin yayınlanmasına karşı bir polemik başlatmasını sağlayacaklardı. Salih Hacıoğlu ise, Eylül ortalarında Eskişehir'e geldiğinde, Ankara'dan takip ettiği bu polemiğin ve büyük ihtimalle Ankara'da Mustafa Kemal ile Çerkez Ethem arasındaki gerginliğin de etkisiyle Arif Oruç ve Ethem'in güvenilir olduğunu savunacaktı.13

Öte yandan TKP siyasi olarak Çerkez Ethem'e, onun kontrolündeki Yeşil Ordu'ya veya TBMM'deki İttihatçı yandaşlarına hiçbir şekilde ve hiçbir noktada siyasi bir destek sunmayacaktı. TKP'nin tutumu, daha ziyade, Çerkez Ethem ve Mustafa Kemal arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiden dolayı Çerkez Ethem'in Sovyet Rusya'ya bir hayli yakınlaşmasından doğan ortam ve olanakları, kendi propagandasını ve örgütlenmesini yapmak amacıyla kullanmak olarak tanımlanabilirdi. Parti, propaganda çalışmasında Çerkez Ethem'e yönelik özel bir eleştiri yapmasa da, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin parçası olduğu genel Kuvva-i Milliye hareketine dair netti. Dahası yayınlanan ilk TKP bildirilerinden biri Bolşevikler ve İttihatçılar başlığıyla, İttihatçılara karşı yazılmıştı:

“Bolşeviklik, bildiğimiz anlamda particilik demek değildir. Bolşevikler dünyada sosyalizmi yerleştirmeye azmetmiş bir insanlık zümresidir.

(...)

İttihatçıların her türlü fenalığını, ahmakça ve budalaca ve cahilce hareket ve yaptırımlarını ve baskıcı yönetimlerini bir tarafa bırakalım. Yolsuzluk ve rüşvetin adını bedava koyarak ülkenin her yerinde ahlaksızlığı son noktaya vardıran, hırsızlığı göklere çıkartan o zalim idare adamlarının yoktan meydana getirdiği servetler, savaş zenginleri hatırlardan nasıl silinir? Çıkıp da bu şeytani ruhlar, yüce Bolşevik ismini nasıl taşıyabilirler? Hayır arkadaşlar hayır! Türkiye Bolşevikleri arasında yüzü kara ve elleri kanlı olan ne bir İttihatçı ne de (...) bütün dünya işçi ve fakirinin düşmanı olan İngiliz menfaatleriyle el ele veren İtilafçılardan bir kişi bile bulunması imkan ve ihtimali yoktur.

Genel kanıda oluşan bu şüphe ve tereddüde yalnız bir açıdan hak verilir. O da pek kurnaz ve şeytan doğalı olan İttihatçı sülükleri tanılmadıkları yerlerde Bolşevikler arasına karşabilir, sokulabilir ve bu mümkündür. Fakat bunlar ne kadar şeytanlık ve samimiyet gösterirse göstersin, çok geçmez foyaları meydana çıkar. Ve çıkacaktır ve meydana çıkınca da derhal layık oldukları muameleyi göreceklerdir.

Yalnız şurasını da belirtmek gereklidir ki Türkiye Bolşevikleri bütün namuslu insanları kendi arasında görmekten övünç duyarlar. Bu nokta dolayısıyla eski partilerden hangisine dahil olursa olsun, fakir halkın zararına çalışmamış, zulüm ve gaddarlık etmemiş, ve son moda tabirle bedavcılığa karışmamış, namus ve erdemiyle tanınmış her vatandaş Türkiye Komünistleri arasına girebilir.”14

Sonraki dönemde Anadolu'daki komünistler arasında Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sini Ukraynalı anarşist Nestor Makhno'nun komuta ettiği Ukrayna Devrimci İsyan Ordusu'na benzetme eğilimi ortaya çıkacaktı.15 Bununla birlikte bu dönemde faal olan TKP önderlerinin, Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasındaki çelişkiye dair görüşleri daha sonra farklılaşacaktı. İlginç bir şekilde dönemde Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha şüpheli bakan Ziynetullah Nevşirvanov, sonraki yıllarda Kuvva-i Seyyare'nin Mustafa Kemal'in düzenli ordusu ile çatışmasına sınıfsal bir içerik yükleyecekti.16 Buna karşılık, ilkin Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha safça yaklaşmış olan Salih Hacıoğlu, sonrasında Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasında çatışmayı, milliyetçi hareket içerisinde oluşacak birleşik ordunun başkumandanının kim olacağının belirlenmesi için ortaya çıkan bir durum olarak tahlil edecekti.17

1920'nin Eylül ayının sonlarına doğru, Şerif Manatov Mustafa Kemal'in askeri polisince Eskişehir'de tutuklanarak Ankara'ya götürüldü. Manatov, sorgulamada konuşmadığı için Ankara'da bir bodruma kapatılacaktı. Bu sırada, Jan Upmal-Angarskiy'nin başını çektiği Sovyet heyeti Ankara'ya geldiler. Mustafa Kemal'in temsilcileriyle görüşen Upmal-Angarskiy, Manatov'un nerede olduğunu sorunca onun Eskişehir'de bir gazete çıkartmakta olduğu söylendi, sonrasında Manatov gizlice sınırdışı edildi. Bu dönemde partiye yönelik baskılar artmış ve illegalite koşulları sertleşmişti, bu da parti yönetimini savunmaya çekilmeye itecekti.18 Bu gelişme, partinin Merkez Komitesi'nde zorunlu değişiklikleri getirecekti. Manatov'un sınırdışı edilmesinin ardından Upmal-Angarskiy, Hüseyin Hüsnü ve gelen heyetin geri kalanı partinin Merkez Komitesi'ne dahil edildiler. Hüseyin Hüsnü, bu süreçte Rusya'ya dönmüş, yeniden Türkiye'ye gönderilmiş fakat yolda Denikin'in Beyaz karşı-devrimcilerinin eline geçmiş, bir süre Sivastopol'de hapiste yattıktan sonra İstanbul'da İngilizlere teslim edilmiş, fakat burada hapisten kaçmayı ve Sivas'ta Upmal-Angarskiy'nin heyetiyle buluşmayı başarmıştı.19

Türkiye Komünist Partisi 1920'nin Aralık ayına kadar, başta 250-300 üyeli Ankara şubesi20 olmak üzere, Eskişehir, Kızılcahamam, Çamlıdere, Yozgat, Kastamonu, İnebolu, Şebinkarahisar, Alanya, Konya, Sivas ve Trabzon'da21, 350-400 kişiyi kapsayan bir örgütlenme kurmayı başaracaktı.22 Partinin bu diğer şehirlerde giriştiği örgütlenmelerin bazıları, Türkiye Sosyalist Fırkası'nın Eskişehir merkezli Anadolu örgütlenmelerinin ve özellikle Karadeniz'de Türkiye Komünist Teşkilatı'nın gönderdiği militanların kurduğu grupların TKP'ye katılmasıyla gerçekleşmişti.23 Parti, Ekim ayında gerçekleştirdiği konferansında, Sovyet elçilik görevlilerine hitaben kaleme aldığı mesajda şunları yazacaktı:

“Burjuva ve emperyalist hükümetin çıkardığı bütün engellere karşın 14 Temmuz 1920'de hükümetten gizli olarak kurulan Türkiye Komünist Partisi şimdiye kadar gizli propaganda yoluyla bir taraftan işçi ve köylüler arasında, öte yandan askerler arasında, Bolşevizmin önemini anlatmaya çalıştı. Güçlüklere karşın parti beklenenin üstünde sonuç aldı (...) Türkiye Komünist Partisi hükümetin partiye ve genel olarak komünist harekete karşı şiddetli düşmanlığı konusunda vardığı kanının doğruluğunu gösterecek birkaç örneği hatırlatmayı gerekli buluyor.”24

Hatırlatılan bu örnekler arasında Karadeniz'de milliyetçi ordu tarafından yakalanan bir Bolşeviğin Ankara'ya getirilip işkencede öldürülmesi, başta Şerif Manatov olmak üzere bazı militanların tutuklanması, partili oldukları bilinen yoldaşların gizli polis tarafından sürekli izlenmeleri vardı. Upmal-Angarskiy ve heyeti, Ekim 1920'de Sovyet Rusya'yı temsil etmek üzere gelmiş bir ülkeye gelmiş kişilerin nasıl yerel komünist hareketin sorunlarına duyarlı olabildiğini ve hatta sahip oldukları devrimci deneyimi yeni militanlara yardımcı olmaya yönelik kullanabileceğini gösterecekti. Upmal-Angarskiy ve arkadaşlarının ardından gelen hiçbir heyet, böylesi bir çaba içine girmeyecekti.

Gerdûn

1Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

2Bilen, İsmail. “Türkiye Komünist Partisi MK Genel Sekreteri İ.Bilen Yoldaşın Konuşması.” Yeni Çağ - Barış ve Sosyalizm Problemleri Dergisi. Ocak 1975. s. 68

3 Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 205

4Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

5Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 161

6Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

7Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 88-9

8Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 90-1

9Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 162

10Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125, 150-1

11Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125

12Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 166

13Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151-2

14Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 91-2

15Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 127-8

17Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 142

18Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 145

19Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

20Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 124

21Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

22Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 161

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 169-170

24Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 133



Kemalizme Karşı Komünizm (6)
Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat













Bakü'den Karadenize: 'Uyanan Esirler'in 10 Eylül Trajedisi

Sovyet Rusya sınırları dahilinde örgütlü olan Türkiye Komünist Teşkilatı, ismindeki Türkiye ifadesinden de anlaşılabileceği üzere, kuruluşundan beri Türkiye'de faaliyet gösteren bir yapıya dönüşmek gibi bir hayale sahipti. Komünist Enternasyonal de Türkiye'de faaliyet göstermeyi önemli görüyordu. Bu dönemde Türkiye, Ortadoğu geneline yayılmak için en önemli nokta olarak görülüyor, Orta Doğu'da Komünist Enternasyonal'in varlığını geliştirebilmek için Türkiye'de güçlü bir örgütlenmenin gerekli olduğu düşünülüyordu ki bu, esasında Bolşeviklerin ulusal soruna dair politikaları engeline takılmasa başarılı bir strateji olabilirdi. Bu amaç doğrultusunda Türkiye Komünist Teşkilatı en uygun araç görüntüsü vermekteydi. Ayrıca, Müslüman Komiserliği de Türkiye Komünist Teşkilatı ile yakın çalışmaktaydı. Örgütün Yeni Dünya isimli yayınının 1920'nin Eylül ayına kadar çıkan 11 sayısının her birinin 2,000 tanesi Türkiye'ye gönderilirken yalnız 1,000 tanesi Azerbaycan'a, 350 tanesi Türkistan'a ve 350 tanesi Rusya ve İran'a gönderilmekteydi.1 Bu, Türkiye'ye belirgin ağırlık verildiği, kullanılan yayınların yarısından fazlasının Türkiye'ye gittiğini göstermekteydi. Türkiye'ye sadece düzenli yayınlar da gönderilmeyecekti – ayrıca Türkiye Komünist Teşkilatı'nın üyeleri, örgütün kuruluşunun ardından ülkede belirli bölgelere savaş esirleri arasından çeşitli kişiler de burada çalışma yapmaları amacıyla Türkiye'ye gönderileceklerdi. Bu kişilerin görevleri, gittikleri yerelliklerde varsa komünist fikirlere yakın mevcut örgütlenmelerle temasa geçmek, yoksa komünist gruplar oluşturmaktı.

Türkiye Komünist Teşkilatı, Komünist Enternasyonal'in gözünde, Türkiye'deki hareketi yönetecek liderleri içerisinde barındıran örgüttü. Öte yandan örgütün Türkiye'ye dair görüşleri, Türkiye içerisinde faaliyet gösteren militanların görüşlerinden ciddi bir şekilde ayrılmaktaydı. Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi'nde, Türkiye Komünist Teşkilatı adına konuşan İsmail Hakkı Kayserili, şöyle konuşacaktı:

“Türkiye'nin Avrupa kapitalistleri tarafından bölüşülmesinden sonra, Türk halkı İngiliz ve Fransız kapitalistlerinin gerçek yüzünü görünce – bu andan itibaren Türkiye'de yeni bir hareket başlamaktadır, bir kurtuluş hareketi. Şimdi demokratik partilerin önderlik ettiği Anadolu hükümeti, Türkiye'nin Batı tarafından uğratıldığı hayasız sömürüye en iyi cevaptır. İstanbul'un işgali, bardağı taşıran son damla oldu ve harekete hız verdi. Bütün Batı düşmanı güçleri çevresinde toplayan ve emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla dolup taşan Anadolu'daki devrimci hükümet, şimdi Avrupa Emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye hazırlanmaktadır. Türkiye'nin emekçi kitleleri, bir daha Batı'nın baskısına boyun eymeyeceklerdir. Emekçi Türkiye'nin en iyi dostu olan Rus Devrimi sayesinde Türk ulusu kısa zamanda tam özgürlüğe kavuşacak ve öteki ülkelerin işçi kitleleriyle birlikte dünya emperyalistlerine karşı güçlü bir savaşıma başlayacaktır.”2

Oysa tam da Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi'nin gerçekleşmekte olduğu kongrede Anadolu'da kurulan Türkiye Komünist Partisi'nin Kemalist hükümete ve ulusal kurtuluş hareketine bakışı, yukarıda ifade edilen görüşlerin tam zıddıydı. Bakü Doğu Halklar Kongresi'nde de Türkiye Komünist Teşkilatı heyeti benzer bir tutum içerisinde olacaktı. Kongre'de, yazdığı mesaj okumadan önce bir balkonda gözükerek kalabalığı selamlayıp yerine dönen Enver Paşa, Türkiye Komünist Teşkilatı tarafından şiddetl bir biçimde protesto edilecekti. Öte yandan Enver Paşa'ya karşı yapılan protestolar milliyetçi içerikliydi; belliydi ki Türkiye Komünist Teşkilatı'nın ne Radek'in Enver ve Talat Paşalarla görüşmesinden, ne de Talat Paşa'nın ağırlığından dolayı bu noktada Enver Paşa'nın da Mustafa Kemal'i destekliyor olduğundan haberleri yoktu. Örgütün onbeş-yirmi kişilik heyeti şöyle itirazlar edeceklerdi:

“O bir katildir, ona söz yok! Zinoviev yoldaş, ona söz vermeyin! O kimin namına konuşacak? Öldürttüğü binlerce Türkün namına mı yoksa ölümle karşı karşıya bırakarak kaçtığı Türkiye vatandaşı ve Türkiye namına mı? Paşa diye kendini satan bu adam, Türkler adına tek bir söz dahi konuşamaz. Mustafa Kemal gibi Milli Mücadele kahramanları arasında değil de, buralarda ne işi var? O, onların arasına da giremez, çünkü onların da düşmanıdır. O, yıkılan saltanatını, dağılan haremini, kaybettiği kadın bacaklarını ve Padişahını arıyor. Padişah devrildi, saltanat yıkıldı, artık söz Türk milletinindir, ona söz yok!”3

1 ile 7 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Bakü Doğu Halklar Kongresi'nden üç gün sonra aynı şehirde Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Birinci Kongresi'si gerçekleşecekti. Tam oy sahibi 32, danışmacı oyu sahip 42 kişiyle toplam 74 delegenin mevcut bulunduğu kongre, şehirdeki Kızıl Ordu klübünde yapılmıştı. Kongre, 10 Eylül 1920, Cuma günü saat 5 sularında, Mustafa Suphi'nin alkışlar ve mızıka ile çalınan Enternasyonal marşı eşliğinde, delegeleri Türkiye Komünist Teşkilatının Birinci Kongresi'ni açmaktan duyduğu mutluluğu ifade edişiyle başlayacaktı.4 Birden fazla açıdan hatalı bir biçimde, Türkiye Komünist Partisi'nin kurulduğu tarih olarak bilinen 10 Eylül'de, 1918'den beri mevcut olan Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Birinci Kongresi olarak açılacak olan bu kongre, sona erdiği 16 Eylül tarihinde gerçekten de Türkiye Komünist Fırkası isimli bir örgütün Kuruluş Kongresi olarak kapanacaktı. Öte yandan kurulan, komünist adını taşıyan ne ilk, ne de tek partiydi.

Kongre gerçekleştiğinde Türkiye Komünist Partisi'nin 14 Temmuz'da zaten kurulmuş olduğu bilinmiyordu. Öte yandan belki bu bilinse bile partinin bu kongrede 'yeniden' kurulmasına engel olunamazdı, zira Komintern Türkiye Komünist Teşkilatı'nın merkezinde olduğu bir parti isteyecekti. Kongrede, Türkiye Komünist Teşkilatı haricinde tek bir yapılanmanın delegeleri mevcuttu: İstanbul'da bulunan ve esasında bir aydın çevresi olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi. Ethem Nejat ve Hakkı Hilmioğlu bu partiyi temsilen Bakü'deydiler. Ciddi bir kısmı partiyi terk ederek Anadolu'daki milliyetçilere katılmış olan İşçi ve Çiftçi Partisi, radikalleşmişti, ve şimdi Alman bağımsız sosyalistlerinin etkisini reddediyor, fakat bir yandan da doktrinini İkinci Enternasyonal misali ortodoks marksizm olarak tanımlıyordu.5 İşçi ve Çiftçi Partisi haricinde, Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Karadeniz bölgesinde oluşturduğu gruplar da kongrede temsil ediliyorlardı.6

Esasında Mustafa Suphi ve arkadaşları, Kongre'de Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Türkiye Komünist Fırkası ismini almasını zaten planlamışlardı. Ethem Nejat ve Hakkı Hilmioğlu, kendi gruplarının kongre sırasında Türkiye Komünist Fırkası ismini almış örgüte katılması ve böylelikle komünistlerin birliğinin sağlanması için bir teklif sundular ve teklif oybirliği ile kabul edildi. Kongrede Mustafa Suphi, Ethem Nejat, İsmail Hakkı Kayserili, Hakkı Hilmioğlu, Süleyman Nuri gibi isimler merkez komiteye seçildiler.7 Mustafa Suphi partinin başkanı, Ethem Nejat ise genel sekreteri olacaktı. Kongrenin programında Komintern'in genel çizgisinin etkileri net bir biçimde görülmekteydi. Haliyle, Türkiye Komünist Fırkası'nın Kemalistlere yönelik alacağı karar da bu hareketi desteklemek ve yüceltmek biçimindeydi:

“Anadolu'da devam eden milli devrimci hareketin tüm dünya emperyalizmine karşı mücadelesiyle bütün dünya proletarya hareketine yardım ettiğine kaniyiz, bu milli hareketin memleket dahilinde gelişmesi ve derinleşmesiyle, sınıf bilincinin meydana gelmesine hizmet ettiği ve böylece yarınki toplumsal devrime uygun bir alan hazırladığı kesindir.

Türkiye Komünist Fırkası bir taraftan Türkiye'de emperyalizme karşı olan bu hareketin derinleşmesine yardım etmekle beraber diğer taraftan rençber, işçi halkın asıl maksadı ve son emeli olan çalışanlar hakimiyetini elde etmek esaslarını hazırlamak için uğraşacaktır.”8

Kongre'de Ermeni soykırımı da ele alındı. Ulusal sorun konusu ele alınırken değinilen bu konuya yönelik yaklaşım, şövenist bir tutum olmasa da, olanları Ermenilerin başlattığını öne sürüyor, dolayısıyla Türk burjuva propagandasının etkisinin bu militanlar üzerinde hala izler taşıdığını gösteriyordu. Bununla birlikte Salih Zeki Zor gibi, Ermeni soykırımında 200,000 insanın canına kıymış bir canavarın üyesi olduğu bir örgüt için, bu tutum yine bir hayli ileriydi:

“Türk ve Ermeni halk arasına husumet sokmaktan çekinmediler. Tarih boyunca beraber yaşayan bu iki milleti birbirine düşman ettiler. Her yerde ve her zaman ölen, ezilen ve yaşama hakkından mahrum, fakir, çaresiz halklı. Avrupa emperyalizminin bir neticesi olan Dünya Savaşı esnasında zavallı fakir Ermeni köylüsü yine İngilizlerin yalanlarına, Taşnakların, papazların doldurmalarına alet oldu. Van ve Bitlis taraflarında Müslüman fakir halkı kesmeye, evlerini yakmaya, mallarını yağmalamaya başladı... Buna karşı İttihat ve Terakki hükümeti amansız davrandı, Ermeniler tehcir edildiler; malları alındı ve gizli emirlerle büyük kısmı öldürüldü.”9

Eylül 1920'de Bakü'de kurulan parti, özü itibarıyla Türkiye'nin yalnız Karadeniz bölgesinde birkaç ufak hücreye sahip bir örgütle, İstanbul'da bulunan küçük ve pasif bir aydın çevresinin birleşmesiydi. Türkiye'de gerçekten komünist faaliyet gösteren örgütlenmeler, kongrede bulunmuyorlardı. İstanbul'da büyük çoğunu Osmanlı sosyalist hareketinden gelen gayrimüslimlerin oluşturduğu Komünist Grup yeraltı faaliyeti içerisindeydi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın gönderdiği temsilciler büyük ihtimalle bu grupla temasa geçmeyi dahi başaramamışlardı. Anadolu'da ise Türkiye Komünist Teşkilatını temsil eden ve Türkiye'ye geçer geçmez Kemalistlere ajanlık yapmaya başlamış olan Süleyman Sami Türkiye Komünist Partisi'yle temasa geçerek gerçekleşecek kongreye çağırmıştı, fakat Anadolu'daki parti maddi kaynak sıkıntısı çektiği için Bakü'ye temsilci gönderemedi. Kongre kurulduğunda haberi gelmemişti ama, Anadolu'daki parti kendisini Komünist Enternasyonal'in bir şubesi olarak görüyordu ve Bakü'deki örgütü tanımaya hazırdı. Öte yandan Bakü teşkilatı Anadolu'daki partiyle hiçbir zaman irtibata geçemeyecekti.10

10 Eylül 1920, Türkiye komünist hareketi için büyük bir talihsizlikti. Bir birlik kongresi olma iddiasındaydı, fakat Türkiye'de fiili olarak mücadele eden komünistleri dışarıda bırakıyordu. 10 Eylül'de birleşen, büyük ölçüde komünist hareketin milliyetçi yönü hala mevcut olan, Mustafa Kemal'i heyecanla destekleyen sağ kesimiydi. Bu noktada, İstanbul'daki dünya komünist hareketinin ve sosyalist hareketin tutumunu daha iyi bilen gayrimüslim komünistler de kağıt üzerinde Mustafa Kemal'i destekliyorlardı ama haliyle bunu milliyetçi damarlarını anti-emperyalist sloganlarla ifade etmek biçiminde yapmıyorlardı. Anadolu'daki parti ise Kemalist harekete tamamen karşıydı ki böylesi bir tutumu ilk ve en net geliştirenin, Mustafa Kemal ve hükümetini en yakından tanıyanlar olması şaşırtıcı değildi. Süleyman Nuri'nin ifadesiyle 'uyanan esirler' iyi niyetliydiler, ama bu kongre onlara da fayda getirmeyecekti. 10 Eylül Kongresi'nin kazananı, bu kongrede mevcut bulunmayan bir kişi olacaktı. Tarihin bir cilvesi, bu kongrede Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi delegelerinin mevcut olması bu partinin İstanbul'daki genel sekreterinin uzun yıllar boyunca İstanbul'da ve Türkiye'de Komintern'de, Enternasyonal'in resmi şubesinin lideri olarak tanınmasına neden olacaktı. Zayıf, etkisiz ve hareketsiz bir aydın çevresinin genel sekreteriyken parmağını bile kıpırdatmadan kendi başına hiçbir şekilde elde edemeyeceği böylesi bir konuma kavuşan bu adamın adı, Şefik Hüsnü'ydü.

Kongre'nin ardından Mustafa Suphi ve ekibi, Türkiye'ye dönme planları yapmaya başladılar. Şüphesiz Mustafa Suphi, Lenin'in Şubat Devrimi'nden sonra Türkiye'ye döndüşünün hikayelerini duymuştu ve ona göre Mustafa Kemal hareketi Türkiye'de bir milli devrim yapıyordu. Mustafa Suphi şüphesiz bu hareketin bir parçası olmak ve nihayetinde hareketi 'derinleştirerek' başına geçmek hayalleri kuruyordu. Öte yandan Mustafa Suphi'ye göre bunlar çok uzun vadeli planlardı, bu yüzden Suphi Mustafa Kemal'e desteğinde de samimiydi. Ona göre TBMM, sovyetlere benzer bir yapılanmaydı, Mustafa Kemal büyük işler yapmaktaydı, Anadolu hükümetiyle ve meclisle temasa geçmek gerekliydi.11 Bu nedenle, Türkiye Komünist Teşkilatı döneminde Mustafa Kemal ile temasa geçmiş olan Mustafa Suphi, Ethem Nejat'la birlikte Bakü'de kurulan Türkiye Komünist Fırkası'nın Merkez Komitesi adına Mustafa Kemal'e resmi bir mektup kaleme alacaktı:

“Teşkilatımız Bakü Kongresinde bir program ve teşkilat nizamnamesini kabul ile fırka haline geldikten sonra, memlekette takip edeceği siyaseti belirlemiştir. TKF TBMM Hükümetini emperyalist devletlerle savaş halinde bulunduğu müddet içerisinde bütün kuvvetiyle destekleyemeye, savaş cephelerinde zaaf ve dağılmaya neden olacak her türlü haddini bilmezlikten kaçınmaya karar verdiği gibi, zulüm ve yağmaya karşı savaş hislerinin halk içerisinde derinleşmesini temin etmek üzere fırka faaliyetine geçmeye gerek görmüştür ki, bunun yasal biçimde gerçekleşmesi için TBMM Hükümetinin izni esirgemeyeceğini ummaktadır.”12

Mustafa Kemal de, Mustafa Suphi'ye güven vermek ve onu etkilemek için elinden geleni yapıyordu. Bakü'deki Türkiye Komünist Fırkası kurulmadan önce, Mustafa Suphi'ye gönderdiği bir mektupta Mustafa Kemal şöyle yazmıştı:

“Memleket ve milletimiz her taraftan emperyalist ve kapitalistlerin hücumlarına maruz kaldığı gibi fiilen bunlara katılan İstanbul hükümetinin padişahına atfen ülke dahilinde işlenen fesatlıklara, sürekli ortaya çıkan yerel isyanlara dar karşı koymak mecburiyetindedir (...) Bu gerekliliği gözönünde bulunduran TBMM toplumsal devrimi sükunetle ve esaslı surette uygulamaktadır.

Amaç ve prensip itibarıyla bizimle tamamen ortak olan Türkiye Komünist Teşkilatı'ndan maddi ve manevi olarak hakkıyla faydalanabilmemiz için teşkilatınızın özel olarak TBMM Başkanlığıyla irtibat kurması ve sürdürmesi gereklidir. Türkiye içinde kurulabilecek her tür teşkilat ve devrimcilik ancak bu kanal vasıtasıyla yapılabilir.”13

Esasında, Mustafa Kemal'in Mustafa Suphi'yi etkilemek için bu kadar dil dökmesine de pek gerek olduğu söylenemezdi. Mustafa Suphi, Kemal'e inanmaya dünden hazırdı ve parti kurulduktan sonra Anadolu'ya gitme planları yapmaya başlayacaktı. Öte yandan Bakü örgütünde Mustafa Suphi'nin milliyetçiliğe dair tutumuna ve Mustafa Kemal'e duyduğu güvene sıcak bakmayan, Anadolu'ya açık şekilde geçmenin tehlikeli olduğunu söyleyenler de vardı. Bu çizgiyi savunanların başında Süleyman Nuri geliyordu. Süleyman Nuri Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Anadolu'ya göndermiş olduğu kişilerdendi ve burada Salih Hacıoğlu ile görüşmüş, Salih Hacıoğlu da Mustafa Kemal'in bir diktatör olduğunu, hiç kimseye Bir şey yaptırmamak istediğini, Odessa'dan gelen bir işçi temsilcisinin Bolşevik olduğunu söylediği halde işkencede öldürüldüğünü anlatmıştı. Süleyman Nuri Mustafa Kemal'in komünizme karşı olduğu kanaatindeydi ve ona göre bu şekilde Anadolu'ya gitmek, büyük bir tedbirsizlik olurdu.14 Türkiye'den sınırdışı edilmiş ve Bakü'ye dönmüş olan Şerif Manatov da Mustafa Suphi'yi benzer şekilde uyaracaktı. Manatov ölümünün beşinci yılında Mustafa Suphi'ye dair kaleme aldığı bir yazıda, Mustafa Suphi ile aralarında geçen konuşmayı şöyle aktaracaktı:

“Suphi Türkiye'ye gitmek fikriyle hastalanmış, fakat bir parça tereddüt ediyordu.

Kemal tarafından benim tutuklanmam ve Türkiye'den sınırdışı edilmem meselesi onun tereddütünü daha da arttırdı.

Fakat 'ben Kazım Karabekir Paşa ile yazışıyorum, o beni davet ediyor' diyordu.

'Türk paşalarını siz bilmiyor değilsiniz. Onların sözüne inanmaya gelmez. Onlar eski kurtlardır' diye benim tarafımdan edilen itirazdan sonra 'o halde biraz bekleyelim' dedi.

Suphi'yi arkadaşlarından bir çoğunun daima Türkiye'ye gitmek için cesaretlendirdiği anlaşılıyordu. Bir ay sonra (...) ben Karabekir'i Suphi'ye gayet uzman bir asker, pek kurnaz bir diplomat diye tarif ettim. Fakat yoldaşları Suphi'yi Türkiye'ye gitmeye tamamen ikna etmişler, tarafımdan verilen bilgilerin ona hiç etki etmediğini hissettim. Artık Suphi Türkiye'ye gitmek için karar vermişti.”15

Mustafa Suphi esasında bu uyarıların yanı sıra, şüphesiz Anadolu'daki Türkiye Komünist Partisi'nin siyasi olarak Kemalizme karşı tutum aldığını da duyuyor ve bundan rahatsız oluyordu. Kaleme aldığı bir yazıda, komünistler içerisinde Mustafa Kemal'e karşı olan eğilimden şöyle şikayet edecekti:

“Şimdiye kadar Anadolu'da arasıra meydana çıkarak komünizmden bahseden bazı kişilerin yeryüzünü birdenbire her türlü pislikten, her türlü zulüm, rahatsızlık ve kıtlıktan temizlemek istemeleriyle ilgili, şüphesiz ki yüksek ve insani fakat aynı zamanda aşırı ifadeleri hükümetin bazı kesimlerinde Türkiye Komünist Fırkası'nın Ufak Asya'da toplumsal devrimin gerçekleşmesi için gerekli olan şartların olgunlaştığını düşünmesi gibi yanlış bir fikrin doğmasına nede olmuştu. Diğer taraftan Anadolu'da kalkışma hareketi başladıktan sonra Büyük Millet Meclisi içinde eski politikacılarımız tarafından vücuda getirilen yeni parti ve zümrelerin, şahsi mülkiyet meselesine bile değinmeksizin, sola doğru her adımda birkaç menzil atlayıvermeleri, komünistlerden bazı yoldaşların 'yine mi suni ve yalancı hareketler karşısında bulunuyoruz?' kuşkularını uyandırmıştı. Biz ise bu yanlış düşünce ve fena anlayışların yeri olmadığını, Ufak Asya'da başlayan hareketlerin ise doğallığını iddia ediyoruz. Rusya'da başlayarak Avrupa ve Amerika içlerine doğru dalgalanıp ilerleyen toplumsal hareketin, Rusya'nın karşısındaki Ufak Asya'ya karşı etkisiz kalması mümkün müdür? Büyük Millet Meclisi'nin esas teşkilatı olan halkçı ve halk zümreleri partisi de, işçi ve ırgat devriminin – bolşevizmin – rüzgarı içinde doğmuş birtakım hücrelerdir.”16

Mustafa Suphi, Kemalist harekete karşı çıkan komünistlerin iyi niyetli, ama gerçekçilikten uzak, saf ve hayalci olduklarını düşünmüştü. Oysa ki çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkacaktı ki, Mustada Kemal'le iyi niyet temelinde birlikte çalışma düşüncesi, Anadolu'da toplumsal devrimin gerçekleşmesi düşüncesinden bin kat daha hayalci, Mustafa Suphi'nin Anadolu'ya elini kolunu sallayarak girme planı, Anadolu komünistlerinin Mustafa Kemal'e karşı tutumundan bin kat daha safçaydı.

28 Aralık tarihinde, Ankara'ya gönderilen Sovyet Büyükelçisi Polikarp Mdivani ve heyetiyle birlikte, Mustafa Suphi ve içlerinde Ethem Nejat, Hakkı Hilmioğlu, Süleyman Sami ve Maksut Ekşi gibi isimler de olan arkadaşları Kars'a vardılar. Burada, 2 Ocak tarihinde Ankara hükümetinin Rusya'ya gönderdiği yeni büyükelçi Ali Fuat Cebesoy ile görüştüler. Bu görüşmede Mustafa Suphi, Ali Fuat Cebesoy'a şöyle söyleyecekti:

“Üçüncü Enternasyonal Türkiye dahilinde mutlaka komünizmin kurulmasını kabul etmiş değildir. Türkiye'nin toplumsal kaderi kendisine bırakılmıştır. Anadolu hareketinin toplumsal bir devrim olmaktan ziyade, Türk milletinin emperyalist düşmanlara karşı istiklal ve hürriyetini kurtarmasından başka bir şey olmadığına kani bulunuyoruz. Türkiye'deki bey ve paşaları burjuva sınıfından görmüyoruz. Aksine halk kitlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz. Anadolu hareketini yönetenlerin ve özellikle Mustafa Kemal Paşa'nın prensiplerini anlamaya çalışıyoruz. Anlayabildiklerimizi kamusal siyaset açısından uygun görüyoruz.”17

Mustafa Suphi'nin anlayamadığı, Mustafa Kemal'in prensipleri olmadığıydı. Mustafa Suphi ve kafilesi, Kars'tan Erzurum'a geçtiler. Bir noktada Erzurum'da Erzincan merkezli bir şura hükümeti hakim olmuştu, fakat artık Erzurum'da düzen hüküm sürmekteydi. Anadolu ve Rumeli Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Erzurum şubesi olan Erzurum Müdafa-i Mukaddesat Cemiyeti'nin provokasyonuyla Erzurum'da nüfusun bir kısmı galeyana gelerek Mustafa Suphi ve arkadaşlarına salldırdı. Burada Kazım Karabekir'le görüşen Mustafa Suphi, ufak gruplar halinde hareket etmeyi düşündü, fakat Kazım Karabekir'in cevabı ya birlikte gidersiniz ya da geri dönersiniz oldu. Mustafa Suphi ve arkadaşları buradan Trabzon'a devam ettiler.18 Kemalist ajan Süleyman Sami, etkisi altına aldığı bir merkez komite üyesi olan Mehmet Emin'le birlikte Maçka'da kafileden ayrılmıştı.19 Burada da, Yahya Kahya isimli bir çetecinin başını çektiği Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti benzer bir provokasyon yaptı. Bu noktadan sonra, geri dönmeye karar veren Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı, 28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gece, bir tekneyle Karadeniz'e açıldılar. Yahya Kahya'nın adamları da başka bir tekneyle Mustafa Suphi'lerin teknesinin peşine düştüler ve denizde onları yakalayarak, hepsi silahsız olan onbeş komünisti katlettiler.20 Yahya Kahya, Mustafa Kemal'in koruması ve tetikçisi olan Topal Osman'ın adamıydı. Dahası, Mustafa Kemal 22 Ocak 1921 tarihinde, TBMM'nin konuyla ilgili gizli oturumunda, bir kısmı hala sansürlü olsa dahi yeterince açıklayıcı olan şu sözleri söylemişti:

“Vaktiyle Baku’da Mustafa Suphi başkanlığında bir heyetin memlekete gelmek isteğinde bulunduklarından, bunların bir komünist partisine bağlı olduklarından bizi haberdar etmişlerdi. Bu Mustafa Suphi’nin ahlakı hakkında bilgi sahibi olan bir çok arkadaşlarımız var. Saygıdeğer Erzurum halkı bunu en yakından tanıyanlardır. Halbuki Mustafa Suphi son zamanlarda memleketimize gelmek üzere bulunuyordu. Bunların bir kısmını sahil yolula göndermişler, kendisi de Kars üzerinden gelmek istiyordu. Bunu haber alan Erzurumlular böyle bir adamın memleket dahiline girmesinden son derece heyecanlanmışlar ve memlekete sokulmaması için girişimlerde bulundular. Resmi makamlara başvurdular. Bu adam memleketimize girerse parçalarız.
(...)
Bendenize gizli olarak başvurmuştu ve diyordu ki... ahalinin tezahüratı karşısında mümkün değildir. Kendisi sonradan sınır dışına çıkarılmak üzere koruma altında sınır dışına... Benim de görüşümü soruyordu... Geldiği sanılan bir adamın memleket dahilinde serbest bırakılması... Erzurumda uygulanması tasarlanan... uygun buldum ve kendilerine yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor.”21

Onbeşlerin katledilmesinden bir süre sonra, Yahya Kahya TBMM Reisi Mustafa Kemal imzalı şu telgrafı alacaktı:

“Vatansever hissiyat ve eylemlerinize teşekkür ederim.”22

Mustafa Kemal'in farkında olmadığı şuydu ki eğer Mustafa Suphi ve yoldaşları katledilmeyip Ankara'ya ulaşsalar, ve çizgilerini buradaki komünist harekete kılmayı başarsalar, hareket güçlenmekten ziyade, siyasi olarak zayıflardı. Fakat Mustafa Suphi bile, Bolşeviklerle yakın ilişkilerinden ve Ekim Devrimi'ne katılmış olmasından dolayı, Kemalist burjuvazi için bir tehditti. Daha önce Kemalistlerin yaptığı hiçbir eylem Bolşeviklere Mustafa Kemal ve yandaşlarının nasıl bir siyaset izlediğini göstermemişse, onbeşlerin katli gözlerini açmalıydı. Fakat Bolşevikler, ulusal sorun politikalarının diğer bütün olumsuz sonuçları gibi, bu cinayetlere de kayıtsız kalacaklardı. Ulusal kurtuluş hareketlerine destek politikasının Türkiye'deki komünist faaliyetlere ve sınıf mücadelesine vereceği zarar daha yeni başlıyordu.

Gerdûn

1Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 106

2Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 207-8

3Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 68-9

4Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 53

5Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 121

6Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 105

7Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 130, 134

8Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 65-6

9Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 88

10Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 167-8

11Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 227-8

12Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 233

13Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 230

14Dervişoğlu, Sinan. “28 Kanunisani’yi Unutma! ‘Dönüş Belgeleri’ Üzerine.” Fabrika. Nisan 2004. s. 49

15Manatov, Şerif. “Mustafa Suphi Beş Sene Evvel Moskova'da”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 27-8

16Suphi, Mustafa. “Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Komünist Fırkası”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 87-8

17Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 230, 233

18Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 229, 234-5

19Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 168, 175

20Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 236-7

21Ulusoy, Talat. “Gizli Oturum 1”. http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?KartNo=56800&Yazar=Ta...

22Kutay, Cemal Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8,, Mayıs 1968, İstanbul. s. 227

Reply · Report Post