Dücane Cündioğlu’na Yönelik Linç Girişimine Dair


Dücane Cündioğlu’na Yönelik Linç Girişimine Dair

(MUSTAFA ÖZTÜRK)
Başlıkta sözü edilen girişimin nemenem bir şey olduğunu belki de bu ülkede tecrübi olarak en iyi bilen insanlardan biriyim; çünkü hemen her Allah’ın günü muhtelif linç girişimlerinden nasipdar olmak gibi bir kısmete sahibim. Sayın Cündioğlu’yla birkaç ay kadar önce, son böbrek ameliyatını geçirdiğim gün telefonda çok kötü denebilecek bir konuşmamız oldu. Konu, Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi sempozyumunda sunduğum “Tarihselcilik ve Fazlur Rahman” başlıklı tebliğde Cündioğlu’nu özellikle Gezi Parkı eylemeleri sırasında ortaya koyduğu politik tavırla ilişkili olarak ağır denebilecek ifadelerle eleştirdiğim satırlardı. Söz konusu telefon konuşmasında birbirimize adamakıllı biçimde saydırdık ve sonunda onun bypass, benim böbrek ameliyatı geçirmem sebebiyle hesaplaşmayı başka bir bahara bıraktık.
Bu saatten sonra Cündioğlu bizim söz konusu tebliğdeki eleştirimize misliyle mukabelede bulunabilir; zira “men dakka dukka” fehvasınca mukabil bir eleştiride bulunması da gayet tabiidir. Ancak bütün bu meseleler bir yana, Cündioğlu’nun politik tercihlerine veya başka birtakım sebepler ve gerekçelere binaen İlahiyat fakültesinde planlanan programını engelleme girişiminde bulunmak, sahih İslam ve Müslümanlık kisvesiyle meşrulaştırılmaya çalışılan teolojik faşizmin ta kendisidir. Aynı hüküm Mustafa İslamoğlu’nun yakın geçmişte İstanbul’daki bir ilçe belediyesince organize edilen programını engelleme girişimi için de geçerlidir.
Tam bu noktada, son birkaç aydan beridir hemen her fırsatta bizi çok ağır bir dille eleştiren ve eleştiriyi düpedüz iftira ve karalama kampanyasına dönüştüren bir şahsın Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çok önceden planlanmış programının iptal edilmesi biz ilzam edici bir delil olarak gündeme getirilebilir. Bu yüzden açıkça belirtmeliyim ki söz konusu programın iptali bizim bu yöndeki talimatımızdan öte, söz konusu programı tertip eden öğrencilerin özellikle Adana’daki bir medrese çevresiyle görüşmeler yapılması ve bu görüşmeler sırasında eski bir öğrencimize, “Mustafa Öztürk ders esnasında Kur’an’ı yere fırlattı” şeklinde bir beyanda/şahitlikte bulunması isteğinde ısrarcı olunması ve aynı zamanda bu şahitliğin görüntülü olarak kayıt altına alınıp yayınlanması gibi son derece çirkin hadiseyle irtibatlıdır. Şimdilerde malum çevreler bu hadiseyle ilgili olarak bizim delil gösteremediğimiz, dolayısıyla düpedüz iftira ettiğimizden dem vurmaktadır. Ne var ki söz konusu şahsın bizzat kendisi Adana’daki bir medrese bünyesinde çalışan bahis konusu öğrencimize belki birkaç kez telefon açıp söz konusu çirkin talepte bulunmasına rağmen hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi davranması bugüne değin pek şahit olduğum bir davranış tarzı değildir. Ayrıca bu konuda şahit arayanlar Adana Anadolu Çınarı Derneği çevresinden yeterli şahit bulma imkânına sahiptirler.
Bütün bunlar bir yana, bizim bugüne değin dinî alanda farklı düşünen herhangi bir kimsenin konuşturulmayıp susturulması yönünde ne eğilimimiz ne de herhangi bir girişimimiz olmuştur. Hele de dinî alanda fikir ve görüş beyan eden birinin Müslümanlık, dindarlık, iman ve takva düzeyini ölçme veya insanların dindarlıklarını denetleyip değerlendirme gibi bir tutum aklımızın ucundan geçmemiştir. Bizim bu alandaki eleştirilerimiz ya dinî alanla ilgili meselelerin ilmî ve metodolojik boyutuyla ya da şahsımıza yönelik iftira, karalama ve linç teşebbüslerine mukabeleyle ilgili olmuş ve her zaman bu sınırlar dâhilinde kalmıştır. Birisinin çıkıp “erbaîne idrîsiyye” duasıyla tılsımlı kefen satması, bir diğerinin hem Mevdudi, Hamidullah, Seyyid Kutub gibi isimlere “merdudi”, “baidullah”, “zavallı, soytarı” gibi galiz sıfatlar yakıştıran Necip Fazıl’dan hem de Seyyid Kutub’tan, hem AGD’den hem AK Parti’den, hem Ehl-i hadisten hem Osmanlıcı muhafazakârlıktan parsa toplamayı hedefleyen son derece pragmatik bir dinî söylem geliştirmesi çok da umurumda değildir. Zira Arap dilinde “li-külli sâkıtatin lâkıtatün” diye bir söz vardır ki her malın mutlaka bir alıcısı olacaktır.
Bizim ilgimiz, kendi işimizi avukata havale edip el-âlemin işleriyle meşgul olmak değil, oturup kendi işimize bakmak, onun üzerinde yoğunlaşmaktır. Ancak şu son zamanların Türkiye’sinde gözle görülür biçimde Afganistan’da Taliban’ın, Suriye ve Irak’ta Işid’in uygulamalarına benzer biçimde, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi bir hayat tarzı benimseyen insanlara doğrudan müdahale etmek şeklinde bir eğilimin bazı çevrelerde, özellikle “Ehl-i sünnet gitti gidiyor” şeklinde bir ajitasyonla toplumun dinî-mezhebî sinir uçlarına dokunmak ve kışkırtmak gibi çok kurnazca ama aynı zamanda çok da ahlaksızca bir tutumun yaygınlık kazandığı gözlemlenmektedir. Bu şımarıklığın daha ne kadar süreceği maalesef kestirilememektedir. Ancak bu kötü gidişat, bizi laiklik savunucu olarak lanse edenlere bir koz daha vermek pahasına belirtmeliyim ki biz müslümanların laiklik denen şeyi (Dikkat: Kemalist ve Ulusalcı çevrelerin yıllarca dinî duyarlığa sahip milyonlarca insanın tepesinde sallanan Demokles’in kılıcı gibi bir baskı ve dayatma aracına dönüştürdüğü laikçilik değil) yeniden düşünmesi gerekir. Zira toplumsal ölçekte dindarlara daha fazla özgürlük tanınır hale gelmesini ve özgürleşme nimetini kendisinin benimsediği dinî meşrepten olmayan bütün herkesi susturma ve sadece kendi ekürisini hâkim kılma fırsatına dönüştürmeyi marifet bilen paçozların şu günlerde tanık olduğumuz tarifsiz şımarıklıkları bu konuda adamakıllı düşünmemizi gerekli kılmaktadır.

Reply · Report Post