BİZ MÜSLÜMANLARIN "ÖTEKİSİ" VE "BERİKİ"SİNE DAİR



(MUSTAFA ÖZTÜRK HOCAYLA TEBLİĞ ARASI SOHBETTEN)
Müslümanlarla ötekilerin bir arada yaşama hukukuna dair Kur'an ne söyler ve ne tür referanslar içerir konusunda bir tebliğ hazırlamakla meşgulüm. Tespit edebildiğim kadarıyla, Kur'an'da müslümanlar için öteki olarak gösterilen ve ashab-ı şimal, ashab-ı meş'emeh, ashabu'n-nar gibi tabirlerin yanısıra kafirler, zalimler, mücrimler gibi sıfatlarla da zikredilen tüm zümreler ontolojik değil, pratik ve pragmatik ötekidir. Çünkü Allah-insan ilişkisi Kur'an'da ilk hitap çevresindeki toplumun en güçlü kurumlarından biri olan köleliğe atıfla, en genel çerçevede rab-abd (efendi-kul/köle) metaforuyla ifade edilir ve bu metafor tüm insanların sonuçta Allah'ın kulları olduğunu belirtir. Bu sebeple, Allah'ın zatı karşısında kafirin küfrü, müşriğin şirki hiçbir gerçek değeri haiz değildir. Nitekim Furkan 25/55. ayetin sonundaki ve-kane'l-kafiru ala rabbihi zahira ifadesi Ebu Müslim el-İsfahani'nin yorumuna göre "Kafir insanın kafirliği Allah için önem arz etmez" anlamına gelir. Aslında küfr ve şirk beşerin hakikate dair ciddi bir yanılgısı, cehaleti ve nisyanıdır. Ancak tarihi tecrübede özellikle kelami yaklaşımlar ve teolojik-ideolojik paradigmaların baskın karakterinden dolayı müslümanlar naslarla irtibatlı tüm ötekiler ve ötekileştirmeleri bu pratik mahiyetinden soyutlayarak ontolojik karakterli olarak algılamışlardır. Bunun yanında fırak edebiyatında müslümanlar kendi iç ötekilerini de yaratmışlardır. O kadar ki ilk bakışta "ehl-i kıble" gibi bir tür berikileştirme tabiri gibi algılanan bazı tabirler dahi aslında ötekileştirmek maksadıyla kullanılagelmiştir. Mesela, Cürcani et-Tarifat'ta ehl-i kıble tabirini, Ehl-i sünnet itikadına uymayan bir akideye sahip Cebriyye, Kaderiyye gibi sapkın fırkalar (ehl-i ehva) diye tarif etmiştir. Sonuç olarak, biz müslümanların ötekilerle bir arada yaşama hukuku, öncelikle kendi benimizle barışmaya bağlıdır. Kendi kendisiyle kavga eden, kendine ilişkin bir memnuniyet algısı olamayan bir insandan hangi dine, hangi inanca sahip olursa olsun, hiçbir ahyır gelmeyeceği şüphesizdir. Bunun içindir ki tasavvufçuların dilinde vecize iken bilahare hadisleşen "men arafe rabbehu fekad arafe rabbehu" sözü insanın öncelikle kendi beniyle örf, yani ülfet, ünsiyet, sıcaklık, yakınlık tesis etmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Arafe kelimesinin örf, maruf, marifet, irfanla kökteş olduğu ve bütün bu kelimelerin karşısında ise yadırgamak, yadsımak, dışlamak manasındaki nekr/ münkerin bulunduğu dikkatlerden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntıdır. İnsan önce kendisiyle barışık olmalı ki kendi haricine barış, huzur yansısın. Kendi içinde kavgası olanın her farklılığı kan davası gibi algılaması mukadderdir. Bugün bizim ötekilerle bir arada yaşama hukukunu tartışmadan önce, kendi içimizi adam etmemiz, Allah'la, kendi dindaşlarımızla adam gibi bir ilişkiye girmemiz gerekir. Aksi takdirde, hayli kaba olacak ama "ayranı yok içmeye...vesaire...

Reply · Report Post