Türköne’nin Bugünkü (21 Ağustos 2014, Zaman) Mümtaz(!) Yazısı Üzerine İki Çitf Söz
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Tahir Efendi bana kelp demiş; iltifatı bu sözde zahirdir;
Malikî mezhebim benim zira, itikadımca kelp tâhirdir.
Nef’î

Türköne bugün (21 Ağustos 2014) yine bizim hakkımızda yazmış, aslında yazmamış, bizim Doğu Karadenizlilerin tabiriyle “avkurmuş”. Mümtaz şahsiyet bu yazısında bizim ayaküstü kendisine yazdığımız birkaç satırlık reddiyede prensip ortaya koymak yerine şahsiyat yapmakla itham etmiş; ama bu reddiyemizin aslında hiç kimseye ve hiçbir güce müdahene, müdana ve müdara yapmama prensibinden söz ettiğini görmemiş, görmek istememiştir. Öte yandan aynı yazıda, “Bir genelleme yapmıştım: Dün 28 Şubat’ta meslektaşını “irticacı” diye jurnalleyenler ile bugün “paralelci” yaftası ile kuyusunu kazanların aynı kişiler olduğunu söylemiştim” diyerek, adı üstünde genelleme -ki bu pek “soylu” zat da iyi bilir ki her genelleme risklidir- yaptığını itiraf ediyor ama aynı zamanda “benim yaptığım genellemeye ibretlik bir delil sunuyor. Çevresinde “28 Şubatçı” olarak tanındığını kendisi söylüyor.” ifadesiyle çok çirkin bir çarpıtma yapıyor. Zira ben söz konusu reddiyemde, kendi çevremde “28 Şubatçı” olarak tanındığımdan değil, beni yaranmakla itham ettiği AK Parti iktidarının YÖK’e taşıdığı birileri tarafından bu sıfatla yaftalandığımdan söz etmiştim. Ama gelin görün ki Mümtaz pek soylu zat, beni tanımadığından –ki bunu kendisi de söylüyor- “Ya tutarsa” diyerekten böyle bir ifade kullanıyor. Hâliyle, 19 Mayıs Üniversitesi’nden Çukurova Üniversitesi’ne meşhur Ergenekon davasında 10 yıl hüküm giyen rektör Ferit Bernay döneminde 28 Şubat mağduru olarak naklolmak zorunda kaldığımı bilmiyor. Gerçi bilmesi de gerekmiyor, ama soyluluk ve prensiplilik gereğince karnından değil, bilerek konuşup yazması icap ediyor. Ama gelin görün ki karnından konuştuğu için, bizi 28 Şubatçı olarak yaftalayanların asıl derdinin siyasi muhalefetten ziyade, aile içi bir sorun olarak İlahiyat alanındaki kadim gelenekçi-yenilikçi ya da evrenselci-tarihselci tartışmasıyla ilgili olduğunu da bilmiyor; aklı sıra bizi fena kıstırdığını zannediyor.
Bu girizgâhtan sonra, Türköne’nin çok önemsediği şu prensip, prensiplilik meselesini kendi hayat serencamına kısa atıflarla gözler önüne sermek, bu sayede prensip hakkında konuşma hakkının bulunup bulunmadığını okurların takdirlerine sunmakta ciddi fayda görünüyor.
Malum olduğu üzere Türköne siyaset hayatımızın en ilginç figürlerinden biri olarak, her dönem güç ve iktidara yakın olmasının yanında bu konudaki manevra kabiliyeti ve kıvraklığıyla tanınan mümtaz bir şahsiyettir. Eşinin milletvekili seçilmesinden önce “Özlem’i milletvekili yapacağım. O zaman elimiz bollaşır” sözünün basına yansıdığı malumdur. Mümtaz erimizin eli bollaşmış ve bu bolluğun tadı damağında kalmış olmalı ki kendisi de bir genel seçim arifesinde pek fiyakalı bir köşe yazısıyla okurlarına veda ederek AKP’den milletvekili aday adayı olduğunu, “Her birimiz, kendi çapımızda siyasetçiyiz” cümlesiyle başlayan, “Siyaset bizim eserimiz. Siyaset, yani geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz. Kararı biz vermiyorsak, bizim eksikliğimiz. Siyasette boşluk olmaz. Şayet biz yönetmiyorsak, birileri gelir bizi yönetir. Kendi kararını kendisi veren, geleceğini bu kararlarla vücuda getiren bir toplumun önünde kim durabilir? Türkiye’yi parlak bir gelecek bekliyor. Neden? Çünkü artık bizim dediğimiz oluyor. Koskoca devlet cihazı birilerinin ayrıcalıklarını sürdürmeleri için değil, halka hizmet için işliyor. Kendini yöneten, doğru kararlar veren ve özgüven ile dünyaya bakan bir toplum yükseliyor” şeklindeki siyasi iktidar ve zımnî AK Parti güzellemeleriyle devam eden devam eden ve nihayet “Siyasetin bu soylu çağrısına, ben de cevap vermeye karar verdim… Allah utandırmasın” ifadeleriyle sona eren bu yazısında siyaset aşkını ilan buyurdu.
Ama gelin görün ki bu büyük aşkına karşılık bulamadı, milletvekili adayı bile olamadı; haliyle ister istemez kürkçü dükkânına geri döndü. Zaman gazetesinde yazdığı köşe yazılarından oluşan “Mankurtlar Küçük Türkiye Milliyetçiliği” isimli bir kitap yayımladı. Haluk Hepkon imzasıyla yayımlanan bir makalede de belirtildiği gibi, hayatı boyunca hep iktidarların eteğinin etrafında dolaşmasıyla ve dillere destan “siyasi kıvraklığı”yla tanınan, bir dönem Tansu Çiller’in danışmanlığını yapan ve o dönemde “Bu memleket için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin de sahibi olarak nam salan Türköne bu kitabın girişinde millete olan namus borcunu siyasi eleştiriler yaparak ödediğini ileri sürüyor.
Türköne’nin eleştiri yoluyla borç ödemeden söz etmesi şaka gibidir. Hele de bugünkü yazısında prensip ve ilkeden dem vurması şaka gibiden öte birazcık karaya çalan mizahın ta kendisidir. Çünkü bu zatın yakın geçmişte ABD’ye sadakati müsellemdir; 12 Eylül öncesi MHP’li olduğu, yine vaktiyle Susurluk Çetesi’ni ve kontrgerillayı hararetle savunduğu da gayet iyi bilinmektedir. Şimdilerde ise paralelci derin devlet yapılanmasının en ön saflarında kılıç sallayan bir şövalye olarak vazife görmektedir. Yani milletvekili olmak için AK Parti genel merkezinin kapısına yatak-yorgan atmak, murada eremeyince de o gün bugündür intihar komandosu gibi saldırmak… Soyluluk ve prensiplilik işte böyle bir şeydir; Türköne bu konuda bir numune-i imtisal, ibretlik bir örnektir.

Reply · Report Post